9 Ocak 2012 Pazartesi

Uçak

Havada uçabilen bir araç. Diğer uçucu araçlardan olan balon, zeplin ve helikopterden ayrılan en önemli tarafı kaldırma kuvvetinin kanatları vâsıtasıyla sağlanmasıdır. İnsanlarda, kuşlar gibi uçmak arzusunun başladığı çok eski târihlerden beri yapılan çeşitli uçma teşebbüsleri bir tarafa bırakılırsa hakîkî mânâda ilk uçuşlar 19. yüzyılda gerçekleştirildi. Yerçekimi kuvvetini mekanik enerjiyle yenme esâsına dayanan uçaklar kısa zamanda hızla gelişti. Planör, helikopter ve otojir tipi uçuş araçları

?? Uçak havada uçabilen bir araç. Diğer uçucu araçlardan olan balon,
BALON Alm. Ballon (m), Fr. Bollon (m), İng. Balloon. İçine havadan daha hafif gaz veya sıcak hava doldurularak uçması sağlanan, kumaş, kağıt, kauçuk naylon, poliüretan veya neopren gibi maddelerin karışımından küre veya armut biçiminde yapılan bir uçma aracı. Kullanıldığı gayeye göre insanların binmesi veya muhtelif araçların yerleştirilmesi için bazılarının altında bir sepet ve bu sepeti balona tutturmaya yarayan bir de ağ bulunur.

Balonlarda, hafi
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
zeplin ve
Hafif bir gazla doldurularak havada askıda kalma özelliği kazandırılmış, idare edilebilir balonlu hava gemisi. Zeplini balondan ayıran en büyük özellik tahrik ve dümen sistemidir (Bkz. Balon). Zeplin’de gaz olarak Helyum kullanılır.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
helikopterden ayrılan en önemli tarafı kaldırma kuvvetinin kanatları vasıtasıyla sağlanmasıdır. İnsanlarda,
Alm. Hubschrauber (m), Fr. Helicoptere (m), İng. Helicopter. Dik olarak iniş- kalkış yapabilen uçuş aracı. Havada tutunabilmesi uçaklardaki gibi kanatlarla olmayıp yine bir çeşit kanat olarak kabul edilebilen paletlerden meydana gelen döner pervâne ile sağlanmaktadır.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
kuşlar gibi uçmak arzusunun başladığı çok eski tarihlerden beri yapılan çeşitli uçma teşebbüsleri bir tarafa bırakılırsa gerçek anlamda ilk uçuşlar 19. yüzyılda gerçekleştirildi.
Kuşlar vücutları tüylerle örtülü, akciğer solunumu yapan, sıcakkanlı, yumurtlayan, gagalı, kanatlı omurgalı hayvanların ortak adı.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Yerçekimi kuvvetini
mekanik enerjiyle yenme esasına dayanan uçaklar kısa zamanda hızla gelişti.
bkz. Kinetik enerji
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Planör, helikopter ve otojir tipi uçuş araçları da uçağın havada kalma prensibine dayanır. Kaldırma kuvveti uçan aracın sahip olduğu mekanik enerji vasıtasıyla kanat denilen kaldırma yüzeylerinde meydana gelir. Balon ve zeplinlerdeyse kaldırma kuvveti, havadan hafif gazların
Planör Hava akımlarından yararlanarak uçan motorsuz hava taşıtı. Bu uçuş aracının uçaklardan ayrılan özelliği motorsuz oluşu ve aynı zamanda üzerinde herhangi bir hareket eden güç kaynağı olmamasıdır. Bundan dolayı planör, “motorsuz uçak” ve planörcülük de, “motorsuz uçuş” diye adlandırılır.

Kuşlara özenerek uçmak düşüncesi, insanlarda çok eski tarihlere dayanır. Kuşların uçuşunu taklit etmek yanında yükseklerden paraşüte benzer şemsiyeler ve kartal kanatlarıyla süzülmek gibi deneyler
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
hava içinde yükselmesine dayanır.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki ilk uçuşlarda ancak saatte 20-25 km, 1975’lerden sonra ise binlerce km hızlara çıkılabildi. Uçağın havada kat edebildiği mesafe, yani menzili ve çıkabildiği maksimum yükseklik (
Havanın en değişken kısmı olan su buharı en nemli havada bile %3’ten daha az bulunursa da hayatın devamı için gerekli bir maddedir. Hayat için gerekli olan diğer bir değişken bileşen ozon (O3)dur. Deniz seviyesinde milyonda 0,07 olan yoğunluğu
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
irtifa) ilk zamanlar çok düşüktü. Gelişen teknolojiye paralel olarak menzil yirmi bin km’nin üstüne, irtifa ise kırk bin km’ye kadar çıktı. Bunlara paralel olarak uçakların ağırlığı da süratle arttı. İlk zamanlar kg’la ifade edilirken artık tonlarla ifade edilmektedir.

Yapılan araştırmalar göstermektedir ki, bir cismin havada uçabilmesi için uçuş anında cisme çarpan hava en az cismin ağırlığına eşit bir kaldırma kuvveti meydana getirmesi gerekir. Uçak kanadı düz bir plaka olarak düşünülürse bu kaldırma kuvvetinin meydana gelmesi için, plakanın hareket düzlemiyle (hücum açısı denen) bir açı yapması, yani hareket yönünde ön kısmının biraz kalkmış olması gerekir. Kanat hareket halindeyken eğik pozisyonundan dolayı alt kısmına çarpan hava aynı doğrultuda akışına devam edemeyeceği için kanadın alt kısmında yönünü değiştirir. Hava akımının yönünün değişmesi kanadın ona bir kuvvet uyguladığını gösterir. Newton’un üçüncü kuralına göre hava akımı da kanada eşit ve zıt bir kuvvet tatbik eder. Bu kuvvet hem kanadı kaldırmaya hem de geriye doğru itmeye çalışır. Kanadın geriye itilmesi istenmeyen bir durumdur, çünkü uçağın hızını keser. Bu sebeple kanatlar, kaldırma kuvveti minimum olacak şekilde yapılırlar. Hem kaldırma kuvveti, hem de sürüklenme kuvveti uçak hızına ve havanın yoğunluğu gibi faktörlerin tesiriyle birlikte hücum açısına bağlı olarak değişir. Bu kuvvetlerin kanada tesir ettikleri nokta, hücum açısı arttıkça kanadın hücum kenarına (uçağın ön tarafındaki kenar) doğru kayar. Bu kayma ise hücum açısının daha da artmasına sebep olur. Bu durumda kanat dengesiz bir hal alır. Hücum açısının belli bir değerinden sonra kaldırma kuvveti birden azalmaya başlar. Kanat artık uçağı havada tutmaz hale gelir. Bu hadiseye uçak “pert dövites” oldu denir.

İstenmeyen sürüklenme kuvvetinin yanında bir de uçağı kanat ekseni etrafında döndürmeye çalışan bir moment meydana gelir ki, bu momenti uçağın burnunu ya yukarı veya aşağı itmek sûretiyle döndürmeye zorlar. Uçağın havada yatay olarak uçabilmesi için bunun önlenmesi gerekir. Bu gayeyle uçağın arka kısmında yatay kuyruklar bulunur. Bu kuyruklarda meydana gelen kuvvetler bu momenti karşılayarak uçağın dengesini sağlar. Uçan kanat diye adlandırılan uçaklarda ise bu moment, kanadın arka kısmına hareketli bir kısım ekleyerek karşılanmaya çalışılır. Fakat uçaklarda ihtiyaç duyulan motor, iniş takımları ve yük taşıma kısımları gibi sebeplerden dolayı uçan kanat tipi uçaklar gelişmedi. Bunun yerine kuyrukları kanada bağlayan ve motor gibi sistemleri taşıyan gövdeli tip uçaklar gelişti. Ayrıca uçağın inip kalkabilmesi için tekerlekleri taşıyan iniş takımları ve uçağın dengesinin sağlanması ve manevra yapabilmesi için düşey kuyruklar eklendi. Neticede uçakta gövde, kanat, iniş takımları, yatay ve düşey kuyruk gibi ana elemanlar meydana geldi.

Ana elemanların yanında uçağın sevk ve idaresini sağlamak için çeşitli yardımcı sistemler ve teçhizatlar eklendi. Bunlar uçağın manevra yapmasını ve dengelenmesini sağlayan kumanda yüzeyleri ve bunun kumanda sistemi; yakıt sistemi; uçak hızının yüksekliğini vs. ölçen gösterge ve aletler, yük ve yolcular için döşeme ve koltuklar gibi genel sistemler ve diğer bazı özel sistemlerdir. Kumanda için kullanılan hidrolik, pnömatik sistemler, muhabere ve seyrüsefer için kullanılan elektrik ve elektronik sistemler, askeri gayeler için geliştirilen silah ve nişangah sistemleri özel sistemlerin başlıcalarıdır. Uçaklar ebat, hız, menzil bakımından geliştikçe yardımcı sistemleri de gelişti ve daha mükemmel hale geldi.

Kanatlar: Uçakların en önemli ana elemanıdır. Uçağın kaldırma kuvveti bunlarla sağlanır. Ayrıca iç kısımlarının yakıt deposu olarak kullanılması, motor, silah ve iniş takımlarının ve küçük kanatçıkların bunlar üzerine yerleştirilmesi kanadın diğer görevlerini teşkil eder.

Uçağa üstten bakınca, kanadın uçağın ön tarafındaki kısmına hücum kenarı, arka kısmına firar kenarı denir. Uçağın en sağ ve en sol uç noktalarını teşkil eden kısmına ise kanat ucu denir. Uçak boyuna paralel olarak kanat kesilirse mekik şeklinde bir kesit elde edilir. Kanat profili olarak adlandırılan bu kesit kanadın şeklini belirleyen en önemli faktördür. Günümüzde pekçok ülke tarafından geliştirilmiş çok çeşitli kanat profilleri vardır. Bu profilleri belirtmek için hücum kenarından firar kenarına kadar kanat kalınlığının ne şekilde değiştiğini gösteren tanıtma işaretleri bulunur. Mesela Amerikan Havacılık Komitesinin (NASA) geliştirdiği kanat profilleri NASA 4415, NASA 23012 gibi işaretlerle belirtilir.

Kanatların üstten bakıldığındaki şekilleri de değişik değişiktir. Bunlar trapez, eliptik, delta şeklinde veya gövde tarafı dikdörtgen, uç kısım trapez olabilir. Hatta uçağın arka kısmına doğru ok açısı denen bir açı yaparak eğik olan kanatlar da vardır. Tecrübi ve teorik çalışmalar en iyi kanat şeklinin eliptik olduğunu göstermesine rağmen imali zor olduğundan fazla kullanılmamaktadır. Uçakların hızları arttıkça kanatların geriye doğru ok açısı yapması ve neticede bir üçgen veya delta şekline yaklaşması lazımdır. Bu noktadan hareketle günümüzde kanat şekli uçuş esnasında pilot tarafından değiştirilebilen süpersonik (ses hızının üstünde bir hızla uçan) uçaklar geliştirildi. Amerikan F-111, Fransız Mirage G8, Rus Mikoyen MİG-23 ve Sukhoi Su-7B ve Avrupa Birliği PANAVIA’nın MRCA Tornado uçakları bu tipten uçaklardır. Bunlara rağmen uçağın dengesini sağlamak için kanatlar öne doğru eğik de yapılır.

Kanatların diğer bir husûsiyeti gövdeye bağlama şekillerinin değişik olmasıdır. Kanatlar gövdenin alt, orta ve üst kısmına bağlanabildiği gibi gövdeye irtibatı kanat dikmeleriyle sağlanacak şekilde gövdeden yukarıda da olabilir. Kanadın kaldırma kuvvetini meydana getirmesi için kanat alanının belirli bir değerde olması gerekir. İlk zamanlar kanatlarda fazla dayanıklı olmayan ağaç iskelet ve bez kaplama kullanıldığından kanatlar yanlara doğru fazla uzun yapılamıyordu ve lüzumlu kanat alanını elde etmek için alt alta iki üç tabaka halinde kanatlar yapılıyordu. 1930’lara kadar bu tip kanatlar kullanıldı. Sonradan çelik ve alüminyum malzemelerin kullanılmasıyla pekçok dezavantajı olan bu katlı kanatlar tarihe karıştı. Günümüzde tek kat kanat kullanılmaktadır. Kanatların gövdeye bağlama yerinin seçimi pekçok faktöre bağlıdır. Mesela kanadın gövdeye göre yukarda olması, gövdenin yere yakın olmasına bu da yolcu ve yük indirme bindirme işinin kolaylaşmasını sağlar. Ayrıca motor pervanelerinin toprak, taş ve (deniz uçaklarında) sudan zarar görmesine mani olur. Kanadın gövdeye, gövdenin orta kısmından bağlanması, özellikle avcı uçakları için sağlam ve uygun bir yapıyı teşkil eder. Kanadın gövde altından geçmesi, iniş takımlarının kısa olarak yapılabilmesi, kalkışta kaldırma kuvvetinin daha fazla olması, kanat yere yakın olduğundan yere vurma gibi hallerde yolcuları koruması ve yolcu kabininden geçmediği için özellikle yolcu uçaklarında kullanılan bir kanat yerleştirme şeklidir. Uçağın iki tarafındaki yarı kanatlar aşağı veya yukarı eğik olabilir. Hatta kanat önce aşağı veya yukarı, sonra orta kısmından tekrar ters yöne belli bir açıyla eğik olabilir ve uçağa önden veya arkadan bakıldığında kanatlar komple “M”, “W”, “V” veya ters “V” şeklinde olabilir. Kanadın yatay düzlemle yaptığı bu açılara “Dihedral” denir.

Kanatların diğer bir görevi de kanatçık, slat, flap, aerodinamik fren, spoyler ve kanat ucu plakası gibi uçağın manevra kabiliyetini ve kaldırma kuvvetini arttırmaya yarayan yüzeyleri üzerinde taşımaktır. Kanatçıklar, sağa sola yatışları sağlarlar ve kanadın firar kenarında bulunurlar ve kanat açıklığı boyunca uzanmayıp sadece az bir kısmını işgal ederler. Kanadın hücum kenarında bulunan slatlar hava akışını düzenlerler. Flaplar, uçağın iniş ve kalkış anlarında hızı düşünce havada tutunabilmesi için ek bir kaldırma sağlarlar. Aerodinamik frenler ve spoylerler, inişe geçmek ve inişten sonra kısa bir mesafede durmak için hızın düşürülmesi gerektiği durumlarda açılarak frenleme yaparlar. Kanat ucu plakaları, kanadın alt ve üstündeki basınç farkından dolayı meydana gelebilecek hava akımlarına mani olur ve kaldırma kuvveti kaybını azaltır.

Kanatların içi dolu olmayıp tesir eden kuvvetleri karşılamak için lonjeron denen kiriş ve profili şekillendiren sinirlerin meydana getirdiği bir iskeletten ibarettir. Bu iskeletin dışı profile uygun bir şekilde kaplanarak içi yakıt deposu olarak kullanılır.

Gövde: Gövde esas olarak kanatla kuyruğu birbirine birleştirmesi görevi yanında çeşitli yardımcı sistemleri ve pilotu, bazı uçaklarda iniş takımlarını, yolcuları, motorları ve silahları taşımak gibi görevleri de vardır. Uçağın kullanıldığı yere ve şartlara göre değişik gövde şekilleri kullanılır. Mesela deniz uçaklarının gövdesi denize inip kalkmaya elverişli bir şekilde yapılır. Yüksek irtifalarda uçabilen uçakların gövdeleri meydana gelebilecek basınç farkına dayanacak şekildedir. Eğitim uçaklarında pilot ve öğrenci kabininin yan yana veya arka arkaya olması gövdenin şekline tesir eder. Büyük yolcu uçaklarında gövde, yolcuların rahat edebilecekleri şekilde büyük bir silindir gibi yapılır. Savaş avcı uçaklarında ise gövde sadece kanat, motor ve pilot kabinini biraraya getirecek ve sürtünmeyi en düşük seviyede tutacak şekildedir. Ayrıca kanatların gövdeye bağlanış şekli ve yolcu indirme-bindirme gibi faktörler de gövde şekline tesir eder.

Gövdenin yapısı taşıdığı yük, kanat, motor, silah, iniş takımı ve kuyruk gibi kısımların ağırlığını ve basınç farklarını taşıyabilecek mukavemette olmalıdır. Bu noktadan hareketle üç çeşit gövde yapısı geliştirildi. Bunlar kafes-kiriş, mono-kok ve yarı mono-kok gövdelerdir. Kafes-kiriş yapı hafif uçaklarda kullanılır. Gövdenin kuvvetleri taşıması için bir kafes-kiriş iskeleti yapılır ve bunun üzeri bez, plastik veya hafif maddeden saçlarla kaplanarak aerodinamik şekli verilir. Mono-kok gövdelerde iskelet yoktur, bütün kuvvetleri kaplama saç taşır. Yarı mono-kok gövdedeyse yükleri hem iskeleti meydana getiren kirişler hem de kaplama taşır.

Kuyruk: Kuyruk düşey ve yatay stabilize denen yüzeylerden ibarettir. Uçağın dengesini sağladığı gibi sağa sola dönme, burun aşağı veya yukarı gelecek şekilde yunuslama ve dalış, tırmanış hareketlerini de sağlar. Uçağın boyuna, enine ve düşey eksenler etrafında dönme hareketleri özel adlar taşırlar. Sağa veya sola yatış şeklinde neticelenen boyuna eksen etrafındaki dönme hareketine yalpa, uçağın burnunun aşağı veya yukarı dönmesi şeklinde neticelenen enine eksen etrafındaki dönmeye yunuslama, dikey eksen etrafındaki sağa veya sola dönme hareketine ise dönme denir. Uçağın vida gibi döne döne alçalması şeklinde olan diğer bir hareket vril hareketidir. Yalpa hareketini kanadın firar kenarındaki kanatçıklar sağlar. Bunun için kanatçığın biri aşağı diğeri yukarı açılır. Kanatçıklardan biri kaldırma kuvvetini arttırırken, diğeri azaltır. Neticede yukarı açılan kanatçık tarafına, yani taşımanın azaldığı tarafa uçak yalpa yapar.

Uçağa yunuslama, dolayısıyla kabre denen tırmanış ve pike denen dalış hareketini yatay kuyruk sağlar. Kuyruk yukarı çekilirse kuyruk kısmında kaldırma artar ve uçağın burnu aşağı çevrilir. Aksi durumda burun yukarı çevrilir. Yatay kuyruk tek parça olabildiği gibi bir sabit stabilize bir de hareketli yükseklik dümeni olmak üzere, parçalı da olabilir. Ayrıca hızlı büyük uçaklarda yükseklik dümeninin hareket ettirilmesinde yardımcı olan fletner denen yüzeyler de yükseklik dümeninin firar kenarında bulunurlar.

Düşey kuyruk dümeni uçağın sağa sola dönmesini sağlayarak istikametini ayarlar. Bu sebeple buna istikamet dümeni de denir. Uçağın dengesinin kararlılığını sağlamak için düşey ve yatay kuyruğun firar kenarlarında kompanzatör denen küçük yüzeyler kullanılır. Yatay kuyruk düşey kuyruğun üstüne yerleştirilebildiği gibi düşey kuyruk iki tane olup, yatay kuyruğun uçlarına da eklenebilir.

İniş takımları: Uçağın yere inmesini, yerden kalkmasını ve yerdeki hareketlerini sağlamak için iniş takımları kullanılır. Deniz, kara ve hem denize hem karaya inip kalkabilen anfibi uçakların iniş takımları farklılık gösterirler. Uçağın kara ile irtibatı tekerlek ile, denizleyse kayık ve uçak gövdesiyle sağlanır. İkisi ana, biri yardımcı olmak üzere iniş takımları üç tekerlekli yapılır. Yardımcı iniş takımı uçağın burun veya kuyruk kısmında bulunur ve uçağa yerde yön vermede ve ana iniş takımlarının yüklerini taşımada yardım eder. Pilot bu tekerleği sağa sola döndürmek sûretiyle uçağın yerdeki istikametini ayarlar. İnişte uçak hızının yatay ve düşey iki bileşeni vardır. Pilot inişte daha yere değmeden önce uçağı olduğu kadar yatay uçuş pozisyonuna getirerek düşey hız bileşenini en aza indirmeğe çalışır. Yatay hızın sebep olduğu kinetik enerji uçak frenlenerek yutulurken, düşey bileşenden ileri gelen enerji iniş takımları tarafından yutularak ısıya çevrilir. Bunu sağlamak için iniş takımlarında yay, amortisör ve tekerleğin lastiği gibi elemanlardan faydalanılır.

Üç tekerlekli iniş takımlarında ana tekerlekler kanatlarda, yardımcı tekerlek ya burunda veya kuyruk kısımda olabildiği gibi çok tekerlekli ağır nakliye ve yolcu uçaklarında ana tekerlekler dört grup halinde gövdenin içine arka arkaya yerleştirilir. Mesela Boeing 747 yolcu uçağının 16 ana, 2 yardımcı olmak üzere 18 tekerleği vardır. İniş takımlarının diğer bir husûsiyeti sabit veya katlanabilir olmalarıdır. Sabit iniş takımları düşük hızlı, basit uçaklarda kullanılır. Uçakların hızı ve iniş takımlarının ebadı arttıkça aerodinamik dirençleri de çok artar. Bu durumda iniş takımları uçuş esnasında katlanarak kanat veya gövde içine saklanır. Bunu sağlamak için de elektriki, hidrolik veya pnömatik güç sistemlerinden faydalanılır. İçeri alındıktan sonra iniş takımları kapaklarıyla kapanır. İniş takımının kapalı ve açıkken olduğu gibi kalabilmesi için kilit ve emniyet mekanizmaları kullanılır. Ayrıca iniş takımlarının kapalı veya açık olup olmadığını pilota bildiren ikaz sistemleri vardır.

Takat sistemleri (Uçak motorları): Uçaklarda, uçağın havalanmasını ve havada uçuşunu sağlayan motorların hafif, güvenilir, gürültüsüz ve ekonomik olması aranan özelliklerdir. Hafiflik motorun birim tepki kuvveti veya beygir gücü başına düşen ağırlığıyla ifade edilir. Motorun arıza yapmadan ve az yakıt harcayarak çalışması gerekir. Ayrıca bakımının, sökülüp takılmasının kolay olması da aranan özellikleridir. Uçak motorlarının tipleri şöyledir:

1) Pistonlu (pervaneli), 2) Türboprop (pervaneli), 3) Türbojet, 4) Türbofan, 5) Ram-jet ve Püls-jet, 6) Roket motoru.

Pistonlu motorlar, hızı saatte 500 km’ye varmayan pervaneli uçaklarda kullanılır. Pistonların motordaki düzeni karşılıklı veya yıldız şeklinde olmak üzere 36 silindire kadar olanları vardır. Su veya hava soğutmalıdırlar. Yüksek oktanlı benzin kullanırlar. Uçak yükseldikçe motor veriminin azalmasını önlemek için süberşarj denen aşırı besleme yapılır. Ayrıca pervane veriminin en üst düzeyde olması için pervane paleleri kendi eksenleri etrafında dönecek şekilde değişken hatveli yapılır. Neticede yine de pistonlu, motorlu ve pervaneli uçakların hızları ve yükselişleri sınırlıdır.

Türboprop sistemlerde pervaneyi gaz türbinleri çevirir. Pistonlu motorlardan daha yükseklerde ve daha hızlı uçuşa elverişlidir. Umûmiyetle nakliye ve yolcu uçaklarında kullanılır. Helikopterlerde de aynı sistem vardır; pervane yerine helikopter motoru çalıştırılır. Gaz türbinlerinin gücü günümüzde 500 şaft beygir gücünün üzerinde yapıldığından hafif uçaklarda pek kullanılmamaktadır. Türbinle pervane arasında verimin üst düzeyde olması için devir düşüren bir dişli kutusu bulunur. Güçleri on bin şaft beygir gücüne kadar çıkar ve jet yakıtı kullanılır.

Türbojet sistemler, yani jet motorlarında da gaz türbini kullanılır. Motor egzostundan çıkan hızlı sıcak gazların tepkisiyle uçuş gücü elde edilir. Pistonlu ve türboprop motorlarda sınırlı olan uçuş hızı jet motorlarıyla aşılarak ses hızının üstünde uçan süpersonik uçaklar yapılması mümkün hale geldi. Uzun menzilli yolcu uçakları, avcı ve bombardıman uçaklarında jet motorları kullanılmaktadır. (Bkz. Jet Motoru)

Türbofan ve Baypass sistemleri de jet motorlarının bir çeşididir. Motorun ön veya arka kısmında bulunan ve pervaneye benzer fan kısmı motorun içinden geçen havayı arttırıp tepki kuvvetinin artmasını sağlar. Baypass jet motorlarında da kompresörde sıkışan havanın bir kısmı yanma için yanma odalarına girerken bir kısmı motorun dış çeperlerini soğutarak egzosta gider. Her iki çeşit motorun da gayesi düşük hızlarda yakıt sarfiyatının azaltılmasıdır.

Ram-jet ve Puls-jet motorlar uçaklarda pek kullanılmaz. Pilotsuz bomba ve uçaklarda kullanılır. Türbin, kompresör gibi dönen bir kısmı yoktur. Önden giren hava yanma neticesinde hızla egzosttan atılarak tepki sağlanır.

Roket motorlarının diğerlerinden en önemli farkı çalışmak için havaya ihtiyaç duymamasıdır. Çünkü yakıtla birlikte yanmayı sağlayan oksijen de motorun bulunduğu sistemde beraber bulunur. Bu sebepten roket motorları bulundukları çevreye bağlı kalmadan denizaltında ve uzayın hava olmayan boşluklarında kullanılabilmektedir. Yakıt olarak katı veya sıvı kimyevi yakıtla birlikte nükleer ve güneş enerjisi de kullanılır. Roketli mermiler, güdümlü mermiler, pilotlu ve pilotsuz uçaklar, uzay araçları başlıca kullanıldığı yerlerdir. (Bkz. Roket)

Yardımcı sistemler: Uçağın hız, yükseklik, yatış, dönüş, yükselme, alçalma gibi çeşitli pozisyonlarının yönünü pilota bildiren ve uçaklarda standart hale gelen ana uçuş sistemleri yanında pekçok yardımcı sistem de vardır. Gelişen teknolojiye paralel olarak uçuş yükseklik ve mesafelerinin artması gece ve bulut gibi değişik hava şartlarında uçma mecburiyetini; bu da bu şartlarda uçuşun sağlanabilmesi için çeşitli yardımcı sistemleri elzem hale getirdi. Bu sistemler çeşitli elektronik cihazlardan ibarettir. Muhabereyi sağlayan telsizler, seyrüsefer cihazları, iniş kontrol sistemleri, atış kontrol cihazları, radarlar, otomatik pilot, kompüter ve değişik gayeli elektronik cihazlar belli başlılarıdır.

Yüksek irtifalarda uçarken pilot ve yolcuların normal şartlarda yaşamasını sağlaması için elzem olan basınçlandırma, havalandırma ve ısıtma ve soğutma da önemli yardımcı sistemlerdendir.

Uçakların sınıflandırılması: Uçakları belirli bir kritere göre sınıflandırmak mümkün değildir. Kullanıldıkları yerlere, gayelere göre üzerinde taşıdığı motorlara göre, şekillerine göre ve daha pekçok kritere göre uçakları tiplere ayırmak mümkündür. Kullanılma yeri açısından ana olarak askeri ve sivil uçaklar olmak üzere iki gruba ayrılabilir. Askeri uçaklar da gayelerine göre avcı, bombardıman, önleme, keşif, nakliye uçağı gibi tiplere sahiptir. Her tipteki uçağın kendine has yapı, ebat ve manevra özellikleri vardır. Sivil uçaklar da kendi aralarında yolcu, nakliye, ilaçlama, araştırma uçağı vb. gibi çeşitli gayelerde kullanılacak şekilde değişik ebat ve özelliklerde yapılır. Uçakları dizayn edenler uçağın şeklini, motorunu vb. yapı elemanlarını seçerken pekçok faktörü gözönüne almak mecburiyetindedir. Mesela süratin önemli olduğu bir avcı uçağında pervaneli motor yerine jet motorunu tercih edecektir.

Son zamanlarda gelişen savaş teknolojisi neticesinde ortaya çıkan bir uçak tipi de pilotsuz uçaklardır. Elektronik haberleşme cihazlarıyla yerden idare edilen bu uçaklar pilottan ve pilota ait sistemlerden iktisat ederek maliyeti pilotlu uçaklara göre düşürmektedir. Bu sebeple gelecekte pilotlu uçakların yerini alabileceği düşünülmektedir. Bunun yanında yerden kumanda eden pilotun geniş bir görüş açısı olmaması ve görevini tamamlayan uçağın tekrar üsse dönmesinin hava şartlarına bağlı olması gibi dezavantajları da vardır.

Türkiye’de uçak sanayii: Dışardan alınan uçaklarla başlayan Türk Havacılığı, zamanla gelişerek tamamen kendi imalatı olan uçakları kullanır hale geldi. 1913’te Teğmen Nuri Beyin Edirne-İstanbul uçuşu, 1914’te Yüzbaşı Salim ve Kemal Beyin İstanbul-Kahire Seferi, 1924’teki İstanbul-Ankara yolcu taşımacılığı bu gelişmenin kayda değer belirtileridir.

1925 yılında kurulan Kayseri Tayyare Fabrikasının ardından bir sene sonra Eskişehir Tayyare Tamir Fabrikası hizmete açıldı. Kayseri’de hava avcı uçakları ve Fledgling eğitim uçaklarının imalatı gerçekleştirildi. Aynı yıllarda imalata başlayan Türk Hava Kurumu Planör Fabrikası 1938-39 yıllarında 150 adet planör imalatı yaptı. Bir inşaat müteahhidi olan Nuri Demirağ’ın İstanbul-Beşiktaş’taki uçak fabrikasında Nu. D. 36 ve Nu. D. 38 tipi uçaklar imal edildi. 36 tipi iki kişilik bez bir eğitim uçağıydı. 38 tipi ise 6 kişilik tamamen madeni bir uçaktı. 1942’de Etimesgut’ta açılan Türk Hava Kurumu Uçak Fabrikası, 1954’te Makina ve Kimya Endüstrisine devredilerek kapandı.

1980’lerden sonra tekrar gündeme gelen uçak imalatı, (kurulan TUSAŞ şirketinin Amerikan şirketleriyle ortak çalışması neticesinde) F-16 avcı uçağının ve motorunun Türkiye’de imal edilmesi husûsunda önemli gelişmeler kaydetti. Bir kısmı imalat ve bir kısmı da montaj olmak üzere gövdesi Ankara’daki, motoru Eskişehir’deki TUSAŞ fabrikalarında ortak olarak yapılmaya başlandı.

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.

Uçak Resimleri


  • Türbin reaktörünün kompresörü.

  • Yıldız tipi motor.

ARABALAR NASIL ÇALIŞIR

?? Araba, insan ve yük taşımaya yarayan tekerlekli
motorlu ya da motorsuz her türlü kara taşıtı. Motorsuz olanlar hayvanlarla ya da insanlar tarafından yürütülmektedir. Çek çek'ler , el arabaları insan gücüyle yürürken ,
Motor Herhangi bir enerjiyi, mekanik enerjiye çeviren makina. Kullandığı enerjiye göre değişik isimler alırlar: Su ile çalışan hidrolik motorlar, hava ile çalışan hava motorları, elektrik enerjisiyle çalışan elektrik motorları, ısı enerjisiyle çalışan içten yanmalı ve dıştan yanmalı motorlar gibi. Fakat, bunların içinde, motor deyince akla gelen, elektrik motorları ile içten yanmalı motorlardır. (Bkz. Elektrik Motoru)

İçten yanmalı motorlar: Yanmanın, makinanın içinde vuku bulduğu moto
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
kağnı ,
öküz ve
mandayla ,
Manda Yaşadığı yerler: Tropik ve subtropik iklim bölgelerinde. Güney Asya, Afrika, Ortadoğu, Doğu Avrupa ve Türkiye'de yaygındır. Özellikleri: Su kenarlarında yaşar. Öküzden kuvvetlidir. Geviş getirir. Ömrü: 22 yıl kadar. Çeşitleri: Evcil ve yabanileri vardır.

Çiftparmaklılar takımının boynuzlugiller familyasından bir memeli, Sığıra benzemekle beraber ondan daha iri yapılıdır. Derisi siyah olup, az da olsa uzun ve seyrek kıllarla kaplıdır. Kuyruğunun ucunda bulunan püskülündeki kıllar,
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
fayton ,
, kupa ve benzeri arabalar
{{anlam ayrım}}
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
at'la yürütülmektedir.
Atların, evcilleri olduğu gibi, Amerikan bozkırlarında “Mustang” ve Altay dağlarının her iki yanındaki açık arazilerde “Prezevalski” denen yabani atlar sürüler halinde yaşar. En meşhur at türleri Arap, İngiliz ve Midillidir. Midilli atları o kadar küçüktür ki, koç iriliğindedir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Hollanda ve
Hollanda ya da Hollanda Krallığı (Hollandaca: Nederland), Hollanda, Aruba ve Hollanda Antillerinden oluşur. Hollanda, kuzey ve batıda Kuzey Denizi, güneyde Belçika, doğuda ise Almanya ile komşudur. Ülke topraklarının çoğunluğu deniz seviyesinin altındadır. Hollanda, Belçika ve Lüksemburg ile birlikte Benelüks ülkelerinden bir tanesini oluşturur. Hollanda'nın Rotterdam kenti, Avrupa'nın en büyük limanlarından biridir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Belçika'da
Belçika (Hollandaca: België, Fransızca: Belgique, Almanca: Belgien), Kuzey Avrupa'da bulunan, Avrupa Birliği ve NATO üyesi ülkedir. Federal devlet yapısına sahip olup, Hollandaca'nın bir lehçesinin resmi dil olduğu Flaman Bölgesi (Vlaanderen), Fransızca'nın resmi dil olduğu Valon Bölgesi (Wallonie) ve her iki dilin de resmi sıfatını taşıdıkları Brüksel Başkent Bölgesi (Région de Bruxelles-Capitale)'den oluşur.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
keçilerin koşulduğu hafif arabalar da vardır.

Arabaların İ.Ö. 3000 yıllarında tekerlek ve kızağın bulunmasından sonra ortaya çıktığı düşünülmektedir. İlk çağ kavimlerinin (
Keçi Yaşadığı yerler: Dağlık ve kayalık yerlerde yabani veya evcil olarak. Özellikleri: Sarp yamaçlara rahatça tırmanan çevik, zarif bir hayvan. Boyuzları geriye doğru kıvrıktır. Çenesi sakallıdır. Bitki filizlerini kemirdiğinden zararlara sebep olur. Ömrü: 12-15 yıl. Çeşitleri: Evcil keçi, Alpdağı keçisi, yılan yiyen keçi, dağ keçisi Ünlülarıdır.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Sümer ,
Sümerler, aşağı mezopotamya'da yaşamış bir kavim
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Mısır ,
Yunan ,

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Asur) arkası açık iki tekerlekli savaş arabaları kullandıkları bu dönemle ilgili adak heykelciklerinde görülmektedir.

İki tekerlekli ve parmaklıklı ilk arabaları İÖ 2000'li yıllarda savaş amacıyla
M. Ö. 3000 yıllarından M. Ö. 612’ye kadar Dicle’nin batı kıyısındaki Asur şehri merkez olarak kurulan ve gittikçe genişleyen bir devlet. Bu devlet zamanla Mezopotamya, Elam, Suriye ve Mısır’a hakim oldu. Asur Devleti istiklalini kazanmadan önce Sümer, Akkad, Subar, Kut ve üçüncü Ur hanedanı hakimiyeti altında kaldı. Sonradan gelen Sami kavimleri yerli kabilelerle kaynaşarak Asurluları meydana getirdiler.


...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Hititliler yapmıştır.
Frigler , Yunanlılar ve Romalılar dağlık ve sarp bölgelerde arabaların devrilmemesi için teker açıklığı kadar mesafede birbirine paralel giden oyuk yollar yaptığı bilinmektedir.

9. yüzyıldan itibaren arabaların üstü kapanmaya başlamış. 1400'lü yıllardan sonra arabalarda yay makas kullanılarak sarsıntıların azaltılmasında önemli başarılar sağlanmıştır yine aynı dönemde

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Uzakdoğu'da
çekçek ,
Anadolu'da
Anadolu kelimesi Yunanca güneşin doğduğu yer anlamına gelen “Anatoli”dan doğmuştur. Romalılar, kendi topraklarına göre doğuda kaldığından buraya doğu toprağı anlamında Thema Anadolia demişlerdir. Anadolu isminin bir bölge adı olması ise Selçukluların Anadoluya gelmesiyle başladı.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
kağnı ,
Almanya'da koçu arabaları yapılmıştır.

Fayton ve kupa yapımına 1500'lü yıllarda
Almanya Orta Avrupa'da Kuzey Denizi ile Alpler arasında uzanan bir devlet. Doğusunda Çekoslovakya ve Polonya; güneyinde Avusturya, İsviçre; batısında Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg; kuzeyinde Danimarka ve Kuzey Denizi yer alır. Almanya, birisi Baltık Denizinde, diğeri Kuzey Denizinde iki adaya sahiptir. Baltık Denizindeki Fehmarn Adası 185 km2, kuzeyinde bulunan Sylt Adası ise 99 kilometrekaredir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
İngiltere'de , 17. yüzyılda
Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı, İngiltere Avrupa’nın kuzeybatı kıyısında yer alan Britanya Adalar Topluluğu üzerinde, dört ülkeden müteşekkil bir devlet. Bu adalar topluluğu Büyük Britanya ve İrlanda Adalarıyla birlikte, 5000 küçük adadan meydana gelmiştir. Batısında İrlanda Denizi, doğusunda Kuzey Denizi, kuzeyi, güneybatısı ve kuzeybatısı Atlas Okyanusu ile çevrilidir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
'ler Fransa'da başlanmıştır. Demiryolu ulaşımının başlaması ve 20. yüzyılda
Fransa Cumhuriyeti (Fransızca:République Française) ya da kısaca Fransa, Belçika, Lüksemburg, Almanya, İsviçre, İtalya, Monako, Andorra ve İspanya ile komşu olan, Batı Avrupa'da ülke. Avrupa Birliği'nin kurucu üyesidir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
otomobillerin geliştirilmesi ile atlı arabaların önemi oldukça azalmıştır.

Osmanlılarda
Tanzimata kadar yalnızca padişahlar ,
Tanzimat, (Osmanlıca: تنظيمات) Osmanlı İmparatorluğu'nda 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Şerif'inin okunmasıyla başlayan modernleşme ve yenileşme döneminin adıdır. Sözcük anlamı "düzenlemeler, reformlar" demektir. Batı dillerinde genellikle Osmanlı Reformu (İng: the Ottoman Reform) deyimi kullanılmaktadır.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
şeyhülislamlar ve
kazaskerler arabaya binebilmekte idi. Tanzimat'tan sonra bu araba ayrıcalığı kaldırılmış , İkinci Meşrutiyetten sonra ise kadınlarla erkekler aynı arabaya binmeye başlamışlardır.

İstanbul'da ilk kullanılan araçlar öküzle çekilen koçu arabaları idi. Daha sonra
İstanbul, Marmara Bölgesi'nde il ve Türkiye'nin en büyük kenti. Tarih boyunca çeşitli imparatorluklara başkentlik yapan şehir, 133 milyar dolarlık yıllık üretimiyle Dünyada 34. sırada yer alır. Türkiye'nin kültür ve finans merkezidir. İstanbul, 41° K, 29° D koordinatlarında yer alır. Marmara kıyısı ve İstanbul Boğazı (Boğaziçi) boyunca, Haliç'i de çevreleyecek şekilde Türkiye'nin kuzeybatısında kurulmuştur.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
'lar kullanılmış , binek olarakta fayton , ve berline tipi arabalara binilmiştir.

Türkiye'de 1950'li yıllara kadar İstanbul'da faytona binilirken , 1964 yılına kadar Ankara sokaklarında fayton dolaşmıştır. Günümüzde ise İstanbul Adalarda , İzmir de ve kıyı kentlerimizde turistik amaçlarla fayton taşımacılığı yapılmaktadır

Araba Resimleri

  • Avustralya'da eski bir at arabası

7 Ocak 2012 Cumartesi

DOĞAL AFETLER HAKKINDA BİLGİ

Doğal Afet

Doğal afetler, can ve mal kayıplarına neden olan doğa olaylardır. Bu tür doğa olayları, yeryüzünde her zaman olmuştur. Ancak doğal afetler, insanın doğal dengeyi bozması oranında artarak devam etmektedir. Depremler, sel ve taşkınlar, heyelanlar, çığ, kuraklık ve diğerleri insan yaşamını olumsuz etkilemektedir. Geçmişte depremlerin yok ettiği uygarlıklar bile vardır.


?? Doğal afet, can ve mal kayıplarına neden olan doğa olaylardır. Bu tür doğa olayları, yeryüzünde her zaman olmuştur. Ancak doğal afetler, insanın doğal dengeyi bozması oranında artarak devam etmektedir.
Tabiat, çevre, maddesel dünya ya da evren. Doğa; kendini sürekli olarak yenileyen ve değiştiren, canlı ve cansız maddelerden oluşan varlıkların hepsini kapsar.Beşeri faktörler etkin değildir. Madde ve enerji unsurlarından oluştuğu kabul edilir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
sel ve
Alm. Bergrutsch. Erdrutsch (m), Fr. Eboulement (m), İng. Landslide. Yamaçlardaki zeminin parçalanması sonucu hâsıl olmuş toprağın çeşitli sebeplerle aşağı doğru kütle hâlinde hareket etmesi. Heyelanı meydana getiren sebepler iki çeşittir:
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Çığ Alm. Lawine (f), Fr. Avalanche (f), İng. Avalanche. Yüksek dağların tepesinden kopup eğimi fazla yamaçlardan yuvarlanarak büyük kütleler haline gelen kar yığınları, dağlardan kopup yuvarlanan buz parçaları veya kütle halinde kayan karlar. Bunlar, senenin hemen hemen aynı mevsiminde meydana gelir ve umumiyetle çığ oluğu denen yolları takip ederek önlerine rastlayan ağaçları söküp binaları yıkar. Bağ, bahçe gibi yerleri tahrip eder. Hatta can kaybına s
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
kuraklık ve diğerleri insan yaşamını olumsuz etkilemektedir. Geçmişte depremlerin yok ettiği uygarlıklar bile vardır. Son zamanlarda ise
yetersiz
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Mexico City (Meksika şehri,
bkz. Mexico
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Meksika batısında Pasifik Okyanusu, doğusunda Karayip Denizi ve kuzey doğusunda Meksika Körfezi bulunan Orta Amerika ülkesi. Meksika, kuzeyde Amerika Birleşik Devletleri sınırında geniş olup, Guatemala ve Belize ile komşu olduğu güneydoğuya doğru daralarak, bir üçgeni andırır. Yucatan Yarımadası ve kuzeybatıdan Pasifik Okyanusuna sokulan Baja (Aşağı) Kaliforniya bu görüntüyü bozar.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
1985)’de,
1985 yılında meydana gelen olaylar, doğumlar ve ölümler.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey yarım kürede, Avrupa ve Asya kıtalarının kesişme noktasında bulunan bir ülke. Ülke topraklarının büyük bir bölümü Anadolu yarımadasında, kalanı ise Balkan Yarımadası'nın uzantısı olan Trakya'da bulunur. Ülkenin üç yanı Akdeniz, Karadeniz ve bu iki denizi birbirine bağlayan Boğazlar ile Marmara Denizi ve Ege Denizi ile çevrilidir. Komşuları Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak ve Suriye'dir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
1999)’te ve
İran İslam Cumhuriyeti Asya’nın batısında yer alan bir devlet. Kuzeyinde Ermenistan, Azerbaycan, Türkmenistan ve Hazar Denizi, doğusunda Afganistan ve Pakistan, batısında Türkiye ve Irak, güneyinde Basra ve Umman körfezleri bulunur.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
2003)’da meydana gelen depremler, çok sayıda insanın ölmesine ve şehirlerin büyük hasar görmesine neden olmuştur.

Doğal olayların, afetlere neden olmasında yeryüzü şekilleri, jeolojik yapı ve iklim özellikleri ile birlikte insan faktörü de etkili olmaktadır. Türkiye, sahip olduğu bu özellikler bakımından önemli risklere sahiptir. Ülkemiz deprem, heyelan, çığ, sel ve taşkınlardan afet boyutunda sık sık etkilenir. Meydana gelen bu afetler, önemli ölçüde can ve mal kayıplarına neden olur. Ayrıca doğal afetler yeryüzünü de değiştirir.

Afetler bölge ve ülke ekonomilerine zarar verdiği için bunların insanlar üzerinde de sosyal ve psikolojik açıdan olumsuz etkileri olur. Böylesine önemli sonuçlara neden olan doğa olaylarının meydana gelmeleri önlenemiyor olsa da bu doğa olayların zararlarının azaltılması mümkündür.

Örneğin iki farklı ülkede meydana gelen aynı büyüklükteki iki ayrı depremin verdiği zarar, çok farklı boyutlarda olabiliyor. Hatta bu durum aynı ülke sınırları içinde bölgeden bölgeye bile değişiklik gösterebiliyor. Örneğin Japonya’da meydana gelen depremler, Türkiye’de meydana gelen depremlerden daha az can ve mal kayıplarına yol açar. Bunda Japonya’nın depreme karşı aldığı önlemler etkili olmaktadır. Hasar boyutlarının farklı olması sadece depremler için değil sel ve taşkınlar, heyelan ve diğer afet türleri için de söz konusudur.

Ülkemizde en çok görülen meteorolojik tehlikeler; şiddetli yağış (yağmur, kar, dolu), sel, taşkın, don, orman yangınları, kuvvetli rüzgâr, fırtına, çığ ve yıldırımdır. Doğal afetlerin oluşum sayıları dikkate alındığında kuvvetli rüzgâr ve sellere bağlı olarak meydana gelen afetler ilk sırayı almaktadır.

Dünya’da etkili olan 31 doğal afet türü; şiddetlerine, oluşum sürelerine ve etkilerine göre sıralanınca en önemlilerinin kuraklık, tropikal siklon, bölgesel sel ve taşkınların olduğu görülür. Bu afetlerin ortak özellikleri, önceden tahmin edilerek erken uyarıları yapılan meteorolojik afetler olmalarıdır.

Meteorolojik afetler için alınacak önlemler; acil durum planları, iyi çalışan bir erken uyarı sistemidir. Bunlar olağanüstü hava olaylarına bağlı zararın azaltılmasını sağlayacaktır.

Başlıca doğal afetler:


  • 2003 yılında meydana gelen olaylar, doğumlar ve ölümler.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Sel

  • Sel, bir bölgede toprağı belirli bir süre için tamamen veya kısmen su altında bırakan; ani, büyük ve düzensiz su akıntıları denir.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Çığ

  • Çığ Alm. Lawine (f), Fr. Avalanche (f), İng. Avalanche. Yüksek dağların tepesinden kopup eğimi fazla yamaçlardan yuvarlanarak büyük kütleler haline gelen kar yığınları, dağlardan kopup yuvarlanan buz parçaları veya kütle halinde kayan karlar. Bunlar, senenin hemen hemen aynı mevsiminde meydana gelir ve umumiyetle çığ oluğu denen yolları takip ederek önlerine rastlayan ağaçları söküp binaları yıkar. Bağ, bahçe gibi yerleri tahrip eder. Hatta can kaybına s
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Deprem

  • Deprem, yer kabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayıdır.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Erozyon


  • ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Fırtına

  • Fırtına Alm. Sturm (m), Fr. Oragen (n), İng. Storm. Şiddetli rüzgar ve bunun çöllerde veya denizlerde meydana getirdiği dalgalanmalar. Meteoroloji uzmanları, hızı saatte 100 km’yi geçen rüzgarlara fırtına derler. Fakat halk arasında fırtına denilen birçok rüzgarın hızı bundan azdır. Denizciler arasında da saniyede 15 metreden daha hızlı esen rüzgarlara fırtına denir.

    Fırtına başlamadan önce hava çok durgun olur.Sonra biraz rüzgar eser ve birden şiddet
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Kasırga

  • Büyük çaplı ve çok şiddetli Beufort ölçeğine göre saatte 75 milden fazla hızla ve dönerek esen tropik rüzgâr.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Hortum

  • Hortum (İngilizce'de Tornado ya da Twister) Kümülüs bulutları ile bağlantılı olarak silindir sekilinde dönerek gezen bir rüzgar türüdür. Bu "hortum" bulutlardan yere kadar uzanır ve büyük yıkıcı güce sahip olan bir doğa felaketidir. Hortumlar hakkında bir bilimsel teori ilk olarak 1917 yılında Alfred Wegener tarafından üretilmiştir ve bu teori günümüzde de doğru olarak kabul edilmektedir.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Ozon Tabakasının incelmesi

  • Ozon (03) üç oksijen atomundan oluşan, atmosferdeki diğer temel gazlara göre çok az miktarda bulunan ama iklim ve canlıların yaşamı üzerinde büyük etkisi olan bir gazdır.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Asit Yağmurları

  • Doğal ve beşerî kaynaklardan atmosfere salınan ve özellikle fosil yakacakların yanmasından kaynaklanan, kükürtdioksit (SO.) ve Azot oksit (N2O) ile di­ğer bazı gazlar, atmosferdeki nemle birleşince asite genellikle de sülfürik asit ve nitrik asit'e dönüşmektedir.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Hava Kirliliği

  • Hava kirliliği Alm. Luftverschmutzung (f), Fr. Pollution (f) de l’air. İng. Air pollution. Atmosferin saflığını bozan kirletici maddelerin havadaki konsantrasyonlarının insanların huzurunu kaçıracak, rahatını bozacak, sağlığa zarar verecek, hayvanlar, bitkiler, bina, eşya, elbise ve cansız varlıklar için zararlı olacak sınırlara varması.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.

  • 6 Ocak 2012 Cuma

    SAAT NASIL ÇALIŞIR

    Günün hangi saatinde olduğumuzu gösteren aletlerdir.

    saat

    Saatin içinde birbirine bağlı beş ayrı çark bulunur. Saat kurulduğu zaman zemberek sıkıştırılmış olur. Kurgu boşaldıkça birinci çark her sekiz saatte bir devir yapacak şekilde döner. Bu çark ikinci çarkın dönmesini sağlar. İkinci çark daha küçüktür ve hızı da birinci çarkın hızının sekizde biri kadardır. Bir başka deyimle, ikinci çark bir saat içinde tek bir devir yapar. Dakika kolu ve saat kolu doğrudan doğruya bu çarka bağlıdır. Ancak saat kolu bir başka dişli çark tarafından yönetilmektedir ve her on iki saatte tam bir devir yapmaktadır. İkinci çark üçüncü çarkı, üçüncü çark da dördüncüyü çalıştırır. Beşinci çark rakkas kolunun bir parçasıdır. Rakkas parçası, bir rakkas çarkı, bir denge çarkı ve bir de yaydan oluşur. Rakkas kolu zemberek tarafından serbest bırakılan enerjiyi ayarlar. Denge çarkı üzerinde bulunan yay sarkaç görevini yapar.Yayın düzenli hareketi zaman aralıklarını ayarlar. Denge çarkı rakkas çarkından iletilen itimlerle işler. Rakkas kolunun hareketi ise zemberek tarafından ayarlanır. Denge çarkı hareket etmeye başladığında yayı iter. Yay denge çarkını ters yönde çeker. Bu nedenle denge çarkı ileri geri hareket eder. Bu hareket sırasında denge çarkı üzerinde bulunan iğne ya da dişlilerden biri dişli rakkas çarkı üzerine vurgu yapar ve bir dakika süreyle bu vurguyu tutar. Denge çarkındaki dişli, rakkas kolu üzerindeki dişlilere uyarken rakkas çarkı da geri çekilir. Bu geriye çekilme yayı etkiler ve hareket halinde tutar. Rakkas çarkı bir sonraki dişli tarafından durdurulana kadar döner. Denge çarkının düzenli çalışması rakkas çarkını her seferinde bir dişliden diğerine geçecek kadar döndürür. Her dişliden geçerken çark belli bir ses çıkarır.

    Ses Nasıl oluşur? Sesi nasıl Duyarız?

    MATEMATİĞİ KİM BULMUŞTUR

    Matematiğin Tarihçesi - Matematiği Kim Bulmuştur?
    Tarihte matematiksel düşünce ölçme, borç, vergi, astronomi hesapları gibi pratik problemlere çözüm tekniklerinin geliştirilmesiyle başladı. Eski Yunan’da başlayan felsefeyle etkileşimi, matematiği genelleme ve soyut-lamalara qürdü.Öte yandan bu genelleme ve soyutlamalar matematiğin kullanım alanını genişletti. Matematik’te genelleme ve soyutlamalara çok rastlanır .Birbirinden farklı görünen çok sayıda probleme tek bir prob-lemin özel durumları olarak bakılabilir . Örneğin üçgenlerin alanlarını tek tek hesaplamaya çalışmaktansa problemi genelleyip üçgenin alan formülünü türet-mek hem daha kolaydır,hem de böylece daha geniş bir uygulama alanı ortaya çıkar.

    Günümüzde matematik kendi dinamiğinin yanı sıra başka bilimlerle arasındaki etkileşim nedeniyle de çok hızlı bir gelişme göstermektedir. Bu gelişmenin sonucu matematik içinde çok sayıda dal ortaya çıkmıştır (Analiz,aritmetik;cebir;geometri;istatistik;kümele r kuramı;olasılık kuramı; sayı-sal çözümleme;trigonometri). İlkel dinler incelendiğinde sayma gibi basit gö-rünen bir işlemin oluşmasında toplumlar ancak ilk birkaç sayıya isim koya-bilmişler,gerisini “çok “olarak nitelemişlerdir.Matematiksel düşüncenin ilk adı-mı olan rakamlar ve sayma işlemi ancak ekonomisi düzenli,gelişmiş yerleşik toplumlarda yazı ile birlikte ortaya çıkmıştır.

    Antik Çağda ilk önemli matematik merkezi olarak ,İÖ 2000’lerden sonra Babil görülür.Babilliler ekonomik yapılarının gerektiği denklem çözme,kök bulma,alan ve hacim hesaplama gibi tekniklerin yanı sıra astronomiye olan yakın ilgileri nedeniyle Trigonometriyi geliştirdiler.Babil’in matematiğe belki en büyük katkısı 60 tabanlı sayı sistemidir.Sıfır simgesinin de katılmasıyla onlu sisteme çok benzeyen 60 tabanlı sayı sistemi bugün bile açı ve zaman ölçümünde kullanılmaktadır.

    Eski Mısır’dan günümüze ulaşan iki önemli matematik yapıtı Golenişev papirüsü(İÖ y.1900) ile Rhind papirüsüdür ( İÖ 1700’den önce).Bunlar çağlarının aritmetik ders kitapları olarak nitelenebilir.Gerek Mısır’da gerekse daha sonra Roma uygarlığında matematik,pratik bir araç olmaktan öteye gitmemiştir.Yunan matematiği İÖ 7-6. yüzyıllarda Mezopotamya ve Mısır’dan gelen bilgilerin derlenmesiyle oluştu,ama kendi ürünlerini İÖ 5. yüzyılın ikinci yarısından sonra vermeye başladı.Elealı Zenon’un zaman ve uzayın sonsuz sayıda parçaya bölünmesi hakkındaki paradoksları,Demokritos’un atomcu görüşleri,geometrik niceliklerin ölçümünde rasyonel sayıların (tamsayıların birbirlerine oranları)yeterli olmadığını buldular ve irrasyonel sayıların geometrik kuramını geliştirdiler.Alan ve hacim hesaplarındaki sonsuz küçük kesitler bugünkü integral kavramının ilk işaretleri olarak görülebilir.
    Kuramsal matematiğin sonsuz kavramı dışında Eski Yunan matematiğin ilgilendiği iki önemli konu konikler ile astronomiden kaynaklanan küresel geometri problemleri oldu.İÖ 4. yüzyılın sonunda matematikte erişilen düzey ve yetkinlik daha sonra yazılan Eukleides’in ünlü Stoikheia’sı (Elemanlar)ile simgeler.

    Kuramsal matematik Antik Çağda Arkhimedes ve Apollonios ile doruğa ulaştı.Konikler konusunda erişilen bulguların önemi ancak 19.yüzyılda izdüşümsel geometrinin gelişmesiyle anlaşılabildi.Arkhimedes ve Apollonios’tan sonra gelişme astronomiden kaynaklanan problemler doğrultusunda oldu. Gezegenlerin yörüngelerinin belirlenmesi ,sayısal tablolar,mekanik aygıtların bulunması ve İS 100 dolaylarında Melenos’un küresel trigonometrideki sonuçları Ptolemaios’un İS 2. yüzyılda astronomide ortaya koyduğu bulgulara temel oluşturdu.İS 4. Yüzyıldan sonra bilim eski bulguların yeniden gözden geçirilmesi ve öğretilmesine dönüştü.Klasikler yeniden yorumlandı,eski kitaplar üzerine yeni tezler yazıldı.Zaman içinde bu hep böyle süregidince Bizans dönemine Yunan matematiğinin yalnızca basit bir özeti kaldı.

    Ortaçağda bilim Hindistan’da ve İslam dünyasında yeniden canlandı.Bağdat’ta Abbasi halifesi Mansur’un etkisiyle Yunan bilim yapıtlarının sistematik bir biçimde çevrilmesine girişildi.Hint astronomisinin de etkisiyle Bağdat ilk İslam astronomi merkezi oldu.Matematik ve astronominin bu yeniden canlanışında önemli etkenlerden biri de Bağdat okulundan Harizmi(y. 780-y. 850)oldu.Bu canlanış özellikle trigonometri ve küresel trigonometride Antik Çağdakinin çok üstünde bir gelişme doğurdu.İslam matematik ve astronomi geleneği 1400’lere değin aralıksız sürdü.

    İslam biliminin Avrupa’ya yayılması 11. yüzyılda başlar.Bu konuda öncülüğü yapanlar 11. yüzyılda ;İngiliz filozof Bath’lı Adelard ve 12. yüzyılda İtalyan matematikçi Leonardo Pisano’dur.Bu yüzyıllarda Yunan bilim klasikleri Arapça çevirilerinden bu kez Latinceye çevrildi.Bu yapıtlar Rönesans’ın bilim yönünden temelini oluşturdu.

    16. yüzyılın ortalarında Kopernik’in astronomi,Vesalius’un anatomi alanındaki bulguları eski klasiklerin yanlışlarını ortaya çıkarmıştı.Matematikte yeni bir çağı müjdeleyen ilk bulgular İtalya’da del Ferro, Cardano,Tartaglia ve Ferrari’nin üçüncü ve dördüncü derece denklemlere çözüm getirmeleri oldu.16. yüzyılın sonlarında Fransa’da Viéte’nin bilinmeyen büyüklükler için harflerle işlem yapması çok hızlı gelişecek olan simgesel cebirin temelini attı.

    17. yüzyılda İskoçya’da Napier logaritmayı buldu.Cavalieri,Kepler’in sonsuz küçüklerle ilgili yöntemlerini geliştirerek geometriye uyarladı.Örneğin,elipsin bu yöntemle hesaplanabildi.1637’de Fransız filozof-matematikçi Descartes büyük buluşu analitik geometriyi ortaya koydu.Fermat’nın da katkılarıyla analitik geometri,geometri problemlerini cebirsel problemlere dönüştüren yeni bir araç oldu. Matematiği bir yan uğraş olarak sürdüren Fermat’nın sayılar kuramındaki bulguları ve Pascal’la birlikte kurduğu olasılık kuramı ona en büyük amatör matematikçi unvanını kazandırmıştır.

    Newton ve Leibniz’in 17. yüzyılın ikinci yarısında diferansiyel ve integral hesabı bulmaları matematikte çok önemli bir adımı simgeler.Newton’un Philosophiae naturalis principia mathematica (1687;Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri)adlı yapıtı da gelmiş geçmiş en büyük bilimsel yapıt olarak kabul edilir.B u yapıtında kütleçekimi yasasını da ortaya koymuş olan Newton’un temel amacı doğayı anlamaktı; buna karşılık Leibniz bilgiye ve evrensel niteliklere ulaşan yolu açmak istiyordu.Leibniz’in bu amaçla geliştirmeyi tasarladığı simgesel mantık,George Boole tarafından ancak 19.yüzyılın ortalarında ortaya konabildi.Ama onun diferansiyel yöntemi 18. Ve 19. Yüzyıl matematiğinin gelişmesine temel oluşturdu.

    18.yüzyıl matematiğinin en önemli adı Leonhard Euler’dir.Değişimler hesabı ve diferansiyel geometrinin kurucuları arasında yer alan Euler,analiz ve sayılar kuramı başta olmak üzere matematiğin hemen her dalına önemli katkılarda bulunmuştur.18. yüzyılın öteki büyük matematikçileri arasında J.-L.Lagrange,J.L.R.d’Alembert,P.-S.Laplace ve G.Monge anılabilir.

    19.yüzyılda önemli bir gelişme Eukleidesçi olmayan geometrilerin ortaya konmasıdır.Eukleidesçi geometri (*)Stoikheia’da belirlenmiş olan beş aksiyom üzerine kurulmuştu.Bir noktadan ,verilen bir doğruya yalnızca bir paralel çizilebileceğini belirleyen beşinci aksiyomu,matematikçiler,yüzyıllar boyunca öteki aksiyomlara dayanarak kanıtlamaya çalışmışlar,ama bunda başarılı olamamışlardı.19. yüzyılın en büyük matematikçilerinden biri de, matematiğin hemen her dalına önemli katkılarda bulunmuş olan C.F. Gauss’tur.20. yüzyılın matematiğinde etkin bir yol gösterici de Hilbert ‘in 1900’de Paris’te İkinci Uluslararası Matematik Kongresi’nde önerdiği 23 problem olmuştur. Güncel birçok soru ve araştırma alanı, kaynağını Hilbert’in bu problemlerinden almaktadır.

    5 Ocak 2012 Perşembe

    MUZAFFER İZGÜ HAYATI

    MUZAFFER İZGÜ
    1933’de Adana’da doğdu. Küçük yaşlardan itibaren bulaşıkçılık, garsonluk, pamuk işçiliği. seyyar satıcılık gibi çeşitli işlerde çalıştı. Diyarbakır İlköğretmen Okulu’nu bitirdi. Çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. 1979’da emekliye ayrılarak sadece yazılarıyla ilgilendi. İlk mizah yazıları Akbaba dergisinde yayınlandı. Özel tiyatrolarda oynanan, radyolarda yayınlanan oyun ve skeçleriyle ün yaptı. Ulusal ve uluslararası düzeyde pekçok ödül kazandı. Eserlerinde güldürmekten çok düşündürmeyi amaçlar. Toplumsal çarpıklıklara sınıfsal açıdan bakarak Anadolu insanının sorunlarını kara mizah yöntemiyle yansıtır.

    ESERLERİ

    ÖYKÜ-MİZAH:
    Bando Takımı (1975)
    Donumdaki Para (1977)
    Deliye Her Gün Bayram (1980)
    Sen Kim Hovardalık Kim (1980)
    Her Eve Bir Karakol (1980)
    Devlet Babanın Tonton Çocuğu (1981)
    Lüplüp Makinesi (1982)
    Kasabanın Yarısı (1982)
    Demokrasimiz Kaç Para Eder (1988)

    ROMAN:
    Gecekondu (1970)
    İlyas Efendi (1971)
    Halo Dayı (1973)

    OYUN:
    Karadüzen (1971)
    İnsaniyettin (1972)
    Reçetesi Peçete (1974)
    Utanmıyorum Üşüyorum (1975)

    ÇOCUK KİTAPLARI:
    Bülbül Düdük (Çocuk romanı, 1980)
    Ekmek Parası (1979)
    Çizmeli Osman (1980)
    Pazar Kuşları (1980)
    Uctu Uçtu Ali Uçtu (1980)

    ÖDÜLLERİ

    1977 Nasrettin Hoca Gülmece Öykü Yarışması’nda üçüncülük, "Hıdır Baba" öyküsüyle
    1977 Milliyet Sanat Dergisi Gülmece Öyküsü Yarışması’nde ikincilik, "Anayasa Hangi Anayasa" öyküsüyle
    1978 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü, Donumdaki Para ile
    1980 Bulgaristan Altın Kirpi Gülmece Ödülü, Bülbül Düdük ile

    Aşık Veysel

    Aşık Veysel Şatıroğlu (1894 - 1973), 1894'te Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Babası 'Karaca' lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel'in doğduğu sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresinde etkisini çok şiddetli gösteriyordu. Çiçek yüzünden Veysel'den önce, iki kız kardeşi yaşamlarını yitirmişti.



    ??
    
<p>

    Aşık Veysel Şatıroğlu (1894 - 1973), 1894'te
    Sivas'ın
    Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Babası 'Karaca' lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel'in doğduğu sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresinde etkisini çok şiddetli gösteriyordu. Çiçek yüzünden Veysel'den önce, iki kız kardeşi yaşamlarını yitirmişti.
    Şarkışla milattan önce 3000 yıllarından sonra Hititlerin yaşadığı bir yöreydi. Daha sonra Hititlerin yaşadığı bu yöre M.Ö. 550 yıllarında, İran kökenli Pers hakimiyeti altına girmiştir. Büyük İskender'in doğu seferi sırasında Makedonya egemenliğine giren Şarkışla bundan sonra sırasıyla Kapadokya Krallığı ve Roma İmparatorluğu yönetiminde kalmıştır. Bizans imparatorluğu döneminde ise Sivas Theması'nın sınırları içerisinde bulunuyordu.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Sivas ili
    Sivas Kurtuluş Savaşının temellerinin atıldığı, Selçuklu devrinin dev eserleriyle süslü, yüzölçümü bakımından Konya'dan sonra ikinci sırada yer alan bir il. Sivas ili topraklarının büyük kısmı İç Anadolu Bölgesi'nin yukarı Kızılırmak bölümünde diğer kısımları ise Karadeniz Bölgesi ve Doğu Anadolu bölgesinde olup, 35° 50' ve 38° 14' doğu boylamları ile 38° 32' ve 40° 16° kuzey enlemleri arasında yer alır.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Şarkışla ilçesinin
    Şarkışla milattan önce 3000 yıllarından sonra Hititlerin yaşadığı bir yöreydi. Daha sonra Hititlerin yaşadığı bu yöre M.Ö. 550 yıllarında, İran kökenli Pers hakimiyeti altına girmiştir. Büyük İskender'in doğu seferi sırasında Makedonya egemenliğine giren Şarkışla bundan sonra sırasıyla Kapadokya Krallığı ve Roma İmparatorluğu yönetiminde kalmıştır. Bizans imparatorluğu döneminde ise Sivas Theması'nın sınırları içerisinde bulunuyordu.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Sivrialan köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan Âşık Veysel, 7 yaşında geçirdiği
    Bilgikutusu Türkiye köy
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    çiçek hastalığı sonucunda sol
    Çiçek hastalığı ( smallpox )

    Çiçek hastalığı uygulanan aşılama programları sayesinde 1977 yılında tüm dünyadan kaldırılmıştır. Çiçek hastalığı, Variola virüsü tarafından meydana getirilmektedir.

    Hastalığın kuluçka süresi, virüs alındıktan sonra ortalama olarak 12 gündür, ancak bu süre 7-17 gün arasında değişebilir.

    Hastalığın başlangıcında görülen şikayetler ve bulgular yüksek ateş, halsizlik, baş ve sırt ağrısıdır. Hastalarda tipik olarak kırmızı döküntüler görülür: Döküntüler en çok y
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    gözünü, bir talihsizlik sonucuyla da sağ gözünü kaybetti. Babasının, Âşık Veysel'e oyalanması için aldığı
    sazla önce başka ozanların
    Ülkemizde kullanımı en yaygın olan “telli çalgı”dır. Yörelere ve ebatlarına göre bu çalgıya, bağlama, meydan sazı , divan sazı, bozuk, tambura , cura, üçtelli, onikitelli, çarta, ırızva, , çöğür vb. adlar verilmektedir.

    Bağlama ailesinin en küçük ve en ince ses veren çalgısı “Cura”dır. Curadan biraz daha büyük ve curaya göre bir oktav kalından ses veren çalgı ise “Tambura”dır. Bağlama ailesinin en kalın ses veren çalgısı ise “Divan Sazı”dır. Tam
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    türkülerini çalmaya başladı,
    Halk Edebiyatı'nın çok yaygın olarak kullanılan nazım şekillerindendir. Şekil özellikleri bakımından koşma'ya benzer. Mani'ye benzeyen türkü'ler de vardır.

    Türküler genellikle 11'li hece vezniyle söylenirler. Ayrıca 8'li ve 7'li hece vezniyle söylenmiş türkü'lere rastlamak mümkündür. Türkülerin ekseriyeti Anonim Halk Edebiyatı mahsulleridir. Ancak söyleyeni belli olan türkü'ler de vardır.

    Türkülerle şarkılar arasında da şekil benzerlikleri vardır. Türküleri şarkıdan ayıran en belirgin özel
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    1933 yılında tanıştığı
    1933 yılında meydana gelen olaylar, doğumlar ve ölümler.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Ahmet Kutsi Tecer'in teşvikleriyle kendi sözlerini yazıp söylemeye başladı.

    Âşık geleneğinin son büyük temsilcilerinden olan Âşık Veysel, bir dönem yurdu dolaşarak
    Ahmet Kutsi Tecer (1901 - 1967) 4 Eylül 1901'de Kudüs'te doğan Ahmet Kutsi Tecer, 1929'da İstanbul Darülfünunu Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Bir süre edebiyat öğretmenliği yaptıktan ve Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi üyeliğinde bulunduktan sonra 1942-1946 döneminde milletvekili seçildi. 1949-1951 arasında öğrenci müfettişi olarak Fransa'da bulundu. 1950'de Unesco Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine getirildi.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Köy Enstitüleri sadece köyleri hedef alarak köy okullarına öğretmen, köylere tarım ve sağlık görevlisi yetiştirmek amacına dayanan ve 1940’da açılan eğitim kurumları. İlk öğretimin yaygınlaştırılması için CHP’nin 1935’teki kurultayında alınan kararlardan en önemlisi, askerliğini çavuş ve onbaşı olarak yapan köylü gençlerin, kısa bir eğitimden geçirildikten sonra kendi köylerinde görevlendirilmesi oldu. Bu uygulama 1936’da başladı. Açılan kursların başarılı olması üzerine Milli Eğitim Baka
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    saz hocalığı yaptı.
    Ülkemizde kullanımı en yaygın olan “telli çalgı”dır. Yörelere ve ebatlarına göre bu çalgıya, bağlama, meydan sazı , divan sazı, bozuk, tambura , cura, üçtelli, onikitelli, çarta, ırızva, , çöğür vb. adlar verilmektedir.

    Bağlama ailesinin en küçük ve en ince ses veren çalgısı “Cura”dır. Curadan biraz daha büyük ve curaya göre bir oktav kalından ses veren çalgı ise “Tambura”dır. Bağlama ailesinin en kalın ses veren çalgısı ise “Divan Sazı”dır. Tam
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    1970'li yıllarda
    1970 yılında meydana gelen olaylar, doğumlar ve ölümler.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Hümeyra &nbsp; (d. 15 Ekim 1947, İstanbul) &nbsp; Türk besteci, söz yazarı, müzisyen ve oyuncu.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.

    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Esin Afşar gibi bazı
    Resim:Esinalbumkapak.jpg|thumb|right|Sanatçının bir albüm kapağı
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    müzisyenler Âşık Veysel'in deyişlerini düzenleyerek yaygınlaşmasını sağladı. Şarkışla'da her yıl adına şenlikler yapılır.

    Eserlerinde
    bkz. Müzik
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Yöntemi gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içeydi. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var. Şiirleri,
    Türkçe, diğer Türk dilleriyle birlikte Altay dil ailesinin bir kolunu oluşturur. Bu ailenin diğer üyeleri Moğolca, Mançu-Tunguzca ve Korecedir. Japoncanın Altay dil ailesinin bir üyesi olup olmadığı konusu tartışılmaktadır.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    (1944) , (1950) , Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimli kitaplarında toplandı. Ölümünden sonra

    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.

    Hayatı


    Aşık Veysel</p><p>Halk Ozanı
    Aşık Veysel
    Halk Ozanı
    1901'de yedi yaşına girdiği sıralarda Sivas'ta çiçek salgını yeniden yaygınlaştı ve o da yakalandı bu hastalığa. Sağ gözünün görme şansı vardı ve ışığı seçebiliyordu bu gözüyle o sıralar. Ne var ki, yakasını bırakmayan olumsuzluklar Veysel'in diğer gözünün de kör olmasına sebep oldu.

    Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas'ın âşığı ve ozanı bol diyarında, Veysel'in babası da şiire meraklı ve tekkeyle içli-dışlı birisiydi. Veysel'in üzüntüsünü az da olsa unutması için bir saz aldı ve halk ozanlarından şiirler okuyup, ezberletir oğluna. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği'nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa'dan (Âşık Alâ) aldı ve kendini de iyice saza verdi; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başladı.

    Aşık Veysel'in hayatında ikinci önemli değişiklik seferberlikte başladı. Kardeşi Ali ve arkadaşları harp için cephelere gidince, arkadaşsızlık ve kardeş acısı, sefalet, onu umutsuzluğa sürükledi ve yalnızlığı daha derinden hissetmeye başladı.

    Veysel'in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru 'belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel'e bakamaz' düşüncesiyle Veysel'i akrabalarından Esma adında bir kızla evlendirdiler ve Esma'dan bir kız, bir oğlu oldu Veysel'in. Oğlan çocuğunun daha on günlükken ölümüyle hayata küsen Veysel, bundan sonra
    1901 yılında meydana gelen olaylar, doğumlar ve ölümler.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    24 Şubat Gregorian Takvimine göre yılın 55. günüdür. Sonraki sene için 310 gün var (Artık yıllarda 311).
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    1921'de annesi, ondan 18 ay sonra da babasının ölümüyle iyice yıkıldı.

    Ağabeysi Ali'nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir hizmetkâr tuttular. Bu hizmetkar ileride Veysel'in bağrında açılacak başka yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel'in ilk eşi olan Esma'yı kandırarak kaçırdı. Veysel'in acılı yaşamına bir acı daha eklendi böylece.

    Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel'in kucağında henüz altı aylık kızı vardı. İki yıl yaşadıktan sonra o da hayata gözlerini yumdu.

    Veysel'in köyünden ilk ayrılışı şöyledir:
    1921 yılında meydana gelen olaylar, doğumlar ve ölümler.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Zara'nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel'i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşadılar. Kendisini
    Zara keklik anlamına gelir.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Adana'ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas'lı Kalaycı Hüseyin, Veysel'e yol arkadaşlığı ettiler. Dönüşte Veysel, Hafik'in Yalıncak köyüne ve Zara'nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz aldı; Sivas'tan Sivrialan'a dönerken arkadaşları bir 'üç kağıtçı' grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybettiler. Arkadaşları Veysel'in 9 lirasını da alarak kumara verdiler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik'in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evlendi.'
    Adana Türkiye'nin güney bölgesinde 'Beyaz Altın' (Pamuk) ambarı ve en bereketli toprakları bağrında bulunduran bir il. Türkiye'nin yüzölçümü bakımından dokuzuncu, nüfus bakımından dördüncü büyük şehridir. Doğu Akdeniz bölgesinde; Kayseri, Kahramanmaraş, Gaziantep, Niğde, İçel (Mersin), Osmaniye ve Hatay illeri ile çevrilidir.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    1931 yılında
    1931 yılında meydana gelen olaylar, doğumlar ve ölümler.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan
    Resim:Sivas Lisesi.jpg|thumb|280px|Sivas Lisesi, 1888 ile 1893 arası
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları 'Halk Şairlerini Koruma Derneği'ni kurdular. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı'nı düzenlediler. Böylece Veysel'in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başladı.
    Ahmet Kutsi Tecer (1901 - 1967) 4 Eylül 1901'de Kudüs'te doğan Ahmet Kutsi Tecer, 1929'da İstanbul Darülfünunu Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Bir süre edebiyat öğretmenliği yaptıktan ve Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi üyeliğinde bulunduktan sonra 1942-1946 döneminde milletvekili seçildi. 1949-1951 arasında öğrenci müfettişi olarak Fransa'da bulundu. 1950'de Unesco Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine getirildi.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    1933'e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söyledi. Cumhuriyet'in 10. yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer'in direktifleriyle bütün halk ozanları Cumhuriyet ve
    1933 yılında meydana gelen olaylar, doğumlar ve ölümler.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Mustafa Kemal Atatürk üzerine şiirler yazdılar. Bunlar arasında Veysel'in de vardı şiirleri. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri böylece 'Atatürk'tür Türkiye'nin ihyası'... dizesiyle başlayan şiir oldu. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel'in de köyünden dışarıya çıkması anlamına geliyordu.

    O zaman Sivrialan'ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel'in bu destanını çok beğeniyor, 'Ankara'ya gönderelim' diye istiyordu. Veysel de 'Ata'ya ben giderim' diye arkadaşı İbrahim ile yürüyerek yola düştüler ve Ankara'ya gittiler. Veysel Ankara'da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kaldı. Destanı Atatürk'e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk'e okumak kısmet olmadı. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye verildi ve destan gazetede üç gün boyunca yayınlandı. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başladı.
    Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, 1881 - 1938 yılları arasında yaşamış ulusal önder. 1881 yılında Selanik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi 14-15. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleşti.
    ...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
    Köy Enstitüleri'nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer'in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, , Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri'nde saz öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik yaptığı bu okullarda Türkiye'nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buldu. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel'e, 'Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü' 500 lira aylık bağlandı.

    21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30'da doğduğu köy olan Sivrialan'da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

    Aşık Veysel - Dünya Görüşü

    Hem yaslandığı köy / kasaba kültürünün etkisi hem de çağdaş anlamda bir eğitim olanağından yararlanamamanın getirdiği doğal sonuçla, köy / kırsal kesiminin kaderci dünya görüşü onda da egemendir. Bunları söylerken, Veysel’in içerisinde bulunduğu ruh halinin de değerlendirilmesinden yanayım. Kuşkusuz, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı bir yığın olumsuz etkinin, yaşama bakışını, onu nasıl bir küskünlüğe ittiğini görmezden gelemeyiz.

    Bir sanatçının dünya görüşünü elbette, yaşadığı sosyal çevre belirler. Bunu biraz daha somutlaştırırsak, içerisinde yaşadığı maddi yaşam koşulları belirler. Âşık Veysel’in yaşadığı sosyal çevre, köy ile kasaba kültüren sahip, ekonomik anlamda tarıma dayalı, kapitalizm öncesi üretim biçimleri egemen, sanayileşme sıfır... Bir de ekonomik yapının paralelinde, eğitim-öğretim gibi etkenlerin düşüklüğü, savaştan yeni çıkmış bir toplumun ekonomik ezikliği eklenip, çiçekten telef olan insanların coğrafyası düşünülürse, Veysel’i biçimlendiren sosyal çevre çok kolay anlaşılır. Bir de toplumsal / sosyal çevrenin yazılı kültürden uzaklığı, bütün edebi / sanatsal birikimini sözlü kültürüyle oluşturduğu gerçeği gözardı edilmezse, bu koşullar içerisindeki sanatçı tipinin anlaşılması daha kolay olur. Bu sosyal çevreye, üstüne üstlük bir de göz gibi bir organını yitirmiş insanın fiziki eksikliği eklenirse Veysel’i anlamak, şiirlerini de yerli yerine oturtmak daha kolay olur.

    Gözlerinin görmeyişi, onu bütünüyle etkilemiştir. Öyle ki:

    “Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
    Eğer görsem idi göz ile seni”

    Derken Âşık Veysel’in bu anlamda duyduğu hasretin ne kadar derin olduğu kolaylıkla anlaşılır.

    Adnan Binyazar, Veysel’deki görme eksikliğini, onun dizeleriyle yorumlarken “bal”a “tuz” katılmıştır diye vurguluyor.

    Gerçi Âşık Veysel çoğu kere olumsuzluklardan feleği suçlu bulup, sebebi orada ararken; öte yandan okul gibi, fabrika gibi, hastane gibi hayatta somut işlerliği olan atılımların, pozitif unsurların şiirini de yazar. Bu bakımdan ondaki feleğe yaslanmayı, kaderciliği bilimin karşısında bir kadercilik, körükörüne bir saplantı olarak algılamamak gerekir.

    “Dünya tebdil oldu durum değişti,
    Kimi aya gider kimi cennete”

    derken, onun bilimsel gelişmelere kulak kabartırken, karşılaştırma yaptığı etkenleri de değerlendirme bakımından ciddi bir perspektif oluşturduğunu görürüz, “ay” ve “cennet” kavramlarını bir bakıma iki değişik inanma biçimi anlamında kullanıyor o.

    Sonra bir başka şiirinde:

    “Dünyanın en zengin aklını gördüm
    Sermayesin sordum dedi ki okul.
    İnsanlara hizmet yaptığın yardım,
    Merhametin duygum dedi ki okul.
    Sudan ateş yapan en güzel sanat
    Dünyayı ışığa kaplarsın kat kat
    Fikriyle mi ettin bunları icat
    Rehberim oldu dedi ki okul.
    Bu bir keramet mi yoksa hüner mi
    Göz görmezse gönül buna kanar mı
    Öksüz tarlada sapan döner mi
    Eker biçer motor dedi ki okul.
    Kanat takar gökyüzünde uçarsın
    Denizleri müdanasız geçersin
    Soğuğu yağmuru nasıl seçersin
    Rasathane kurmuş dedi ki okul.
    Çeşitli taşıtlar bir de trenler
    Hekim olup her yareyi saranlar
    Bunu sen mi yaptın yoksa erenler
    Daha neler yapar dedi ki okul.
    Radyo hayrete düşürdü beni
    Her dilden biliyor yok amma cam,
    İlim akıl fikir yaratmış bunu
    Lambası dalgası dedi ki okul.
    İnsanlar kafası bunları bulan,
    İlimdir dünyada hakikat olan
    Bütün bu işlerin temelim kuran
    İnan buna Veysel dedi ki okul” diyor.

    Bu ve bu türden başka örnekler, Âşık Veysel’deki tanrı / felek gibi doğaötesi kavramların bir bağnazlık ya da tek çareymiş gibi gösterilmediğini belirtiyor. Bu bakımdan onda herhangi bir katılık göremeyiz. Esnektir, hoşgörüdür.

    Zaman zaman umutsuzluk ve hiçlik duygusuna kapılsa da Veysel, büsbütün yaşama sarılmayı elden bırakmaz. Yaşamı anlama ve anlamlandırma çabası sürekli ağır basar. Ayrıca “ahiret” kavramı da ondan derin değildir.

    “Âşık Veysel’in belirgin bir felsefesi var mıydı?” sorusuna Ruhi Su şu yanıtı veriyor: “Felsefe sözcüğü ile toplumun içinde Veysel’in önerdiği ya da benimsediği bir düşünce biçimi var mıydı diye soruyorsanız, vardı elbet. Bütün iyi niyetli, babacan insanlarımız gibi, o da çalışmayı öğütlerdi. Yerine göre, geleneklerimize bağlı kalmayı önerdiği de olurdu. Kendi inancı sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne dayanan bir inançtı, ama toplumdaki gelişmeler hakkında ne düşündüğü sorulduğu zaman, ne söylemesini istediklerini sezecek kadar da akıllıydı.”

    Veysel’in bir özelliği de şu: Dinî şekilciliğin baskısına dayanmaması onu kırmaya çalışması, Allah ile samimi, senli benli olması. Daha doğrusu Bektaşi geleneğine bağlılığı... Tanrıya hitap şiirinde olduğu gibi:

    “Kainatı sen yarattın
    Her şeyi yoktan var ettin
    Beni çıplak dışar attın
    Cömertliğin nerde senin.”

    Nejat Birdoğan, “Kimi şiirinde Veysel’i düşünce olarak coşkulu, ozan olarak henüz yetersiz buluruz. Aslında bu tür şiirlerinin daha sonrakilerinde bile bir ozandan çok bir toplum eğitmeni Veysel’i görürüz. Bu çalışmalarında Veysel cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görür. Davranışlarında da böyledir. Düşünce olarak tertemiz bir adamın eylemlerinde de namuslu, çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara başvurduğu gözlenir. Kızılırmak üzerinde Kaplan Deresi Köprüsü’nü köy köy dolaşıp para toplayarak yaptırması ondaki bu sorumluluğun bir göstergesidir.

    Ama bize kalırsa Veysel’den en olgun şiirler insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan şiirlerdir. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini anlatır. Bir başka tanımla tasavvuf ozanı Veysel vardır bu deyişlerde. Bağlı olduğu inancın ıssız bir Anadolu köyünde kendisine aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür.” diye değerlendirmektedir.

    Batıl inançlara, çağdışı tutuma karşı olan Veysel, bu konuda da oldukça duyarlıdır.

    “Devri Cumhuriyet asırı yirmi
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
    Dünya ayaklanmış aya gidiyor
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

    Bırak sar’öküzü varsın yayılsın
    Set çekme gözlere herkes ayılsın
    Her köşeye bir fabrika kurulsun
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

    Yürüyen yolcuyu çekme geriye
    Dikkat eyle karıncaya arıya,
    Gidiş böyle kavuşaman huriye
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
    Zarar gelmez sana kaçınma sazdan
    Günahın korkusu çıkmıyor bizden
    Vazgeç demiyorum sana namazdan
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
    Destekle fakiri okut yetimi
    Bu hayırlar dinimizce kötü mü
    İdrak eyle hidrojeni atomu
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
    Dökülen yağmurun kilogramı,
    Ölçmüş biçmiş metre midir kare mi
    Çok yatarsın azdırırsın yaramı
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
    Göklere fırlıyor bu kadar füze
    Bu işler bir ibred değil mi bize
    İstiyor aydaki sırları çöze
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
    Allah’ın varlığı mevcut insanda
    İlim akıl fikir sermaye sende
    Çalıştır gemiyi otur dümende
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
    Hiçbir şey bilmezsin dik biraz kavak
    Boş gezene derler serseri savak
    Yumma gözlerini dünyaya bir bak
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
    Veysel ne durursun herkes gidiyo
    Zaman uymaz, sen zamana uy diyor
    Fen çok büyük kerameti yutuyor
    Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.”

    Bu şiiri bile tek başına yukarıda onun hakkında vurguladığım belirlemeleri aydınlatacak niteliktedir. Görüldüğü üzere, o toplumdaki değer yargılarını hayatın somut gerçekleriyle örneklendirerek eleştiriyor. Taraf oluyor burada Veysel. Bilimden yana, aydınlıktan yana, gelişmeden, somut gerçeklerden yana taraf oluyor. “Bırak sar’öküzün varsın yayılsın” derken, “Dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğu” inancıyla alay ediyor. Gözlerine set çekme diyor. Sonra, Tanrı’yı insanlaştırıyor, Allah’ın varlığı mevcut insanda” diyor.

    “Ancak, temel görüşlerine, açısına bakacak olursak, Veysel, bir toplumcu bilinç açısıyla, bilinçli bir toplumcu ozan açısıyla yanaşmamıştır bu konuya. Veysel kendisine doğal gelen bu ayrıcalıkları Tanrıya, kadere ve doğal gibi gördüğü birtakım güçlere atfetmiştir. Karşısına aldığı toplumsal düzen değil, doğal düzendir.”

    “Onun sanatı var olanı öven, mevcuda kanaat eden romantik sanattır” türünden vurgulamalarla Veysel’i dar çerçevede ele almanın, kestirmeden yargıda bulunmanın ne Âşık Veysel’i anlamaya katkısı olacaktır, ne de bu vurgulamayı yapan araştırmacılarda gözlendiği üzere, geleneği ve geleneği sürdürenlerin çok yetkin oldukları savını kanıtlamaya. Oysa Âşık Veysel, yaşamıyla, yaptıklarıyla, şiirleriyle vardır. Değerlendirmelerimizi bu somut gerçeklikten hareket ederek yaparsak, anlamlı bir katkıda bulunmuş olabiliriz.

    Yukarıdaki vurgulamalarda da değindiğim gibi, Âşık Veysel içerisinde bulunduğu kültürel ortam açısından köy-kasaba mekânında yetişmiş, bu çevrenin değerleriyle örgütlenmiş bir sosyal düzenin insanıdır. Köylülüğün getirdiği tipik bir özellik de, tutarsızlıktır. Onun içerisinden çıktığı kültürün terimiyle söylersek “vefasızlık” onda da görülür. Özellikle, onun gelişmesinde, tanınmasında, sesinin ve sözünün yaygınlaşmasında büyük katkısı olan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi kurumlara karşı Veysel, yaşadıkları sürece sahip çıkmış, övgüler dizmiştir, ama onlar kapatılınca pek oralı olmamış, tepki göstermemiştir. En büyük zaafı da budur.

    Gelenek ve Âşık Veysel

    Bütün halklar da olduğu gibi, Türkler’in de en eski sanat ürünleri büyüsel törenlerden kaynaklanmaktadır.

    Türk Edebiyatı tarihine ilişkin mükemmel denebilecek kaynakların bulunmayışı, biraz geniş bir alana yayılmalarından ve hareket halinde olmalarından kaynaklanıyorsa da, biraz da yazılı edebiyatının çok geç tarihlerde oluşmaya başlamasından ileri gelmektedir. Hatta, Türk Edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından öğreniyor olmamız da bunu açıkça gösteriyor. “En eski Türk şairleri – Tonguzlar’ın Şaman, Mogol ve Boryatlar’ın Bo veya Bugue, Yakutlar’ın Oyun (Ouioun), Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei, Finovalar’ın Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar’ın Baksı-Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan dedikleri –sahir-şair’lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı. Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları mûsiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişiyor; fakat semadaki ma’butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastalıkları tedavi eylemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aittir. Bütün bu muhtelif işler için tabiî muhtelif ayinler vardı. Bunların bir kısmı unutulmakla, yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da yaşamaktadır. Şaman yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsiki aletiyle çalar, beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir.”

    Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri de kopuzdur. Abdülkadir İnan XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde saz çaldıklarını belirtir. Abdülkadir İnan “Bugünkü Kırgız Kazak baksıları kopuz kullanırlar. Eski Oğuzlar’da, İslam’dan sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede Korkut her hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor.” der.

    Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının bu ayinlerde kullanıldığını gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır. XIV-XV. yüzyıllardan yazıya geçirildiği sanılan, Dede Korkut Hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz. “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı hikayede: “-Bre kâfir, Dedem Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı.” diye geçmektedir.

    Bütün ilkel topluluklarda görüldüğü üzere, eski Türk topluluklarında da ozan ya da kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söylemeye, saz / kopuz / davul çalma gibi yeteneklerin yanısıra, büyücülük, hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır. Bu bakımdan da toplum üzerinde oldukça etkindirler.

    İş bölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi toplumun ileri gelen ve birçok işi birarada yürüten bu kişiliklerini de değiştirmiş, dinsel törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb. meslekler gelişmiştir.

    “İslamiyet’in kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır sonra birdenbire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce mümkün değildir.” diyen Prof. Dr. Umay Günay, bunu şöyle açıklıyor: “Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tespit edilememiş olması şansızlıktır. İslamiyet’in kabulünden sonra yeni bir yurt edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserlerde Arap-Fars edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım şekilleri ve nazım unsurları ile değil, milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde meydana getirilmiştir. Ozan-baksı geleneği ile bu arada bir ölçüde Tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni şartlara uydurmuştur. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir. Ozan-Baksı geleneğinin hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyet’ten sonra terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmiştir.”

    Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düz yazı karışımı bir öykü çeşidinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav: “... Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneği sürdüren, ama başka bir yönüyle, adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır. Onun yaratıcılığı irtical iledir: Şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla Âşık’ın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın, Âşık’ın şiirlerinden ayrılmaz bir öğe olduğu anlatılmak istenir.” diyor ve ekliyor: “Demek ki Âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülmeyeceği, bir kerteye kadar “seyirlik-dramatik” öğeleri olan “katışık” bir anlatı sanatını kapsar.”

    Âşık Veysel’i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz ve giderek bir Âşık Edebiyatı esası olan bade içme / buta alma kavramının onda görülmediğini, usta-çırak ilişkisinin de, yaşam öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel’de bir yol gösterme biçiminde ortaya çıktığını, gelenekle öyle içiçe bir durum sergilemediğini görürüz. Gelenekte görülen usta-çırak ilişkisi, bir ustanın yanında hem sazı öğrenmek ve geleneği öğrenmek hem de bir süre birlikte dolaşmakla belirir. Âşık Veysel’de durum pek böyle değildir. Örneğin, Âşık Veysel bade içmemiştir. Badesiz Âşıktır. Günümüzde bile kimi Âşıkların yakıştırdığı Pir elinden dolu içmek gibi bir ayrıcalığı da olmamıştır. Âşık Veysel’de Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz esaslardan biri olan hikaye anlatma da yoktur. Âşık karşılaması olan atışma, muamma asma ya da çözme gibi geleneğin içerisinde olan olgularla da pek oralı değildir Âşık Veysel. Onun kimi atışmaları vardır ama, bunlar da gelenek içerisinde görülen tipte değildirler.

    Gerçi Âşık Veysel, halk şiirimizde önemli yere sahip kimi ozanların adlarını anarak, (Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var / Mansur’a benzeyen bazı huyum var) bu geleneğe bağlılığını dile getirir ama, onun bu dile getirmesi geleneksel halk şiirinde görüldüğü türden bir dile getirme değildir. Hatta bir şiirinde:

    “Elimden bir dolu içtim

    diyerek bade içme geleneğiyle çağrışım yaratsa da, gerçekte o anlamda bir işlevi yoktur bu dizelerin. Adnan Binyazar’ın biraz daha ileri giderek “Veysel’de “dolu içmiş”, Hak aşığı ozanlar kuşağına katılmıştır.” vurgulaması bu bakımdan aşırı abartma sayılmalıdır.

    Kurt Reinhard “Sivas Vilayeti Âşık Melodi Tipleri” başlıklı çalışmasında, Âşık Veysel Ekolü olarak nitelendirilen ve Orta Anadolu bölgesini içeren Âşık ezgilerini anonim halk türküleri ve ezgilerinden farklı olarak şöyle ifade etmektedir.” Âşık ezgileri, güftenin mısralarında sayısıyla bağlantılıdır. Doldurma veya tekrar edilen kelimeler açık biçimde telafuz edilmektedir. Ezgilerde belli motifler sık sık tekrarlanmakta, türkülerde sazın belli bir bölümü kullanılmaktadır. Türkülerde ani bitiş veya yavaşlayarak sona ulaşmak büyük ölçüde sazı icra edenin arzusuna ve sanatına bağlıdır. Âşık ezgilerinde sol sesi ana ton olmakla beraber lâ ve mi seslerinin ana ses tonu olarak kullanıldığı örnekler vardır.

    Âşık ezgileri, konuşma uslûbunun ağır bastığı ezgiler ve ezgilerin ağır basıp konuşma uslûbunun gerilediği iki gruptan oluşur. Konuşma ritmine ayak yaygın olarak benimsendiği örneklerde ezgi yavaşlar ve konuşma ritmine ayak uydurur. Ezgi çok kere güftenin arkasındadır, bu uslûpta önemli olan sözlerin anlaşılması olduğu için ezgiden zaman zaman feragat edildiği olur. Sözlerden ziyade ezgilerin ağır bastığı tiplerde ise, bir hece birden fazla nota ile seslendirilir, ezgilerin kazandığı bu tipte ise, güfteler bir ölçüde daha zor anlaşılır durumdadır.”

    Bu durumda şu çıkıyor karşımıza: Birincisi, Âşık Veysel bizim klasik anlamda algıladığımız âşık değildir, ikincisi gelenek Âşık Veysel’e kırılmıştır.

    Türlü türlü derde düştüm.”

    Ahmet Kutsi Tecer bu konuda ilginç bir benzetme ve değerlendirme yapıyor.



    “Âşık Veysel’de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu’nda Âşık Veysel bitiyor. Tanzimat’tan gelenlerle onun farkı, gelenekten çıkageldiği için, bir ses farkıdır. Onun teli bize göre bağlanmıştır. Tanzimat’ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine “düzen”, ikincisine “akort” dediğimiz gibi, Veysel bir bakıma, öbür çağdaşlarını okumuş gibidir; mesela, Ceyhun Kansu, Veysel’i ne kadar okumuşsa, Şatıroğlu da Ceyhun’u o kadar okumuştur. Veysel’le çağdaşları arasında o kerte birbirini çeken taraflar vardır. Ceyhun Kansu ile Faruk Nafız Çamlıbel ne kadar birbirinden ayrı ise, Şatıroğlu da çağdaşlarından bu tarzda ayrılır. Onu diğerlerinden ayıran taraf, demin de belirttiğim gibi, Tanzimat geleneği yerine, halk şiiri geleneğinden çıkmasıdır. Veysel Şatıroğlu, Âşık Veysel’le halk şiiri geleneği yaşamış ve “bugün”e oradan gelmiştir.”

    Âşık Veysel’in kanımca en büyük özelliği burada geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza. İlk dönem ürünlerinde görülen zayıflık, ağır didaktik yan da böylece arınıyor.

    Ancak, şunu da yabana atmamak gerekiyor; onu büsbütün gelenekten de soyutlamayız. Enver Gökçe’nin dediği gibi: “Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik şark edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idalizim meyli ve bu meylin halk şiirinde işleyen mücereretlik vasfı Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kainat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir.”

    Âşık Veysel, hem gelenektir böylece, hem de yenidir. Bunu ileride şiirleri üzerinde dururken de daha ayrıntılı olarak göreceğiz; o bunu kendiliğinden yapmıyor; bir bilinç zorluyor onu buraya. Örneğin, Alevi kültüründe yetişmesine, babasının tekke geleneğine bağlı olmasına karşın Âşık Veysel diğer tüm Alevi ozanlarda görülen duvaz imam söylemiyor; tek bir şiirinde şah sözcüğü, oniki imam geçmiyor. Oysa, sonuçta Âşık Veysel’in çıkığı yer bu kültür, gezip dolaştığı köylerin büyük çoğunluğu Alevi köyü. Yine onu çağdaşı olan Ali İzzet Ukan’da hiç de böyle değildir. Hatta, Pir Sultan’ın “Şah’a gidelim” dizesini, “yare gidelim” diye değiştirmeye kalkacak kadar bir kararlılık vardır onda. Demek ki Âşık Veysel’i bilinçli olarak çevresindekiler bu konuda da ta başından koşullandırılmışlardır ya da kendisi böyle bir ilkeyi yaşam felsefesi olarak seçmiştir. Nasıl olursa olsun, Veysel, bu anlamda sıkı bir insandır. Bir nokta daha var, köy ve kır ozanı olmaktan alabildiğine uzak durması. Doğaya yönelik motifleri, imgeleri alabildiğine kullanmasına karşın, Veysel köyden dışarı çıkıyor. Onun yaşamını, yazgısını yönlendiren başka bir sosyal çevre var: Kasaba

    Aşık Veysel Yaşam Öyküsü

    “Üçyüzonda gelmiş idim cihana”



    Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.

    Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.

    Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.”

    Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.”

    Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş babası.

    Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”

    Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.

    İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.

    “Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum...

    Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.”

    O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;

    “Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”

    Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:

    “Ne yazık ki bana olmadı kısmet

    Düşmanı denize dökerken millet
    Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
    Kılıç vurmak için düşman başına.

    Bugünler müyesser olsaydı bana
    Minnet etmez idim bir kaşık kana
    Mukadder harici gelmez meydana
    Neler geldi bu Veysel’in başına.”

    Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor. 1921’in 24 Şubat’ında annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.

    Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.

    Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.

    Bir şiirinde dile getirdiği gibi:

    “Talih çile kadar sözü bir etmiş,

    Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.

    “O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:

    “Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”

    Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor.”

    1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor.

    1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor.

    O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur...” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.

    O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek?” diye düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?’

    Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.’

    Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardım et!’ dedik.

    Dedi ki: -‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!’

    -‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e!’

    Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin!’ dedi. Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne yapsak?’ diye düşünüyoruz. Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.

    Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek yasak!’ Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.

    Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!’ diye diretti.

    -‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!’ diye çıkıştı.

    -‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedik. O zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.

    -‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür.

    -‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!’ dedik.

    -‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim!’ dedi. Çaldık dinledi!

    - ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’

    Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın!’ Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:

    - ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: ‘Bu iş olmayacak.’ Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.

    Avukat: - ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!...’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - ‘Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!’

    Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız?’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye yazalım!’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -‘Yok!’ dedi. ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!’ dedi.

    Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin!’ dedi. ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!’ dedi. Acıdım avukata.

    ‘Nasıl edelim? Ne edelim?’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk.

    İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu.

    -‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!’ diye cevap verdik.

    -‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!’ dedi.

    O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin.’ dedi.

    Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!’

    Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.

    Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin:

    “Mecnunum, Leyla’mı gördüm
    Her nereye gitsem gezer peşimde.”
    Bir kerrece baktı geçti.
    Ne söyledi ne de sordum
    Kaşlarını yıktı geçti
    Soramadım bir çift sözü
    Ay mıydı gün müydü, yüzü
    Sandım ki zühre yıldızı
    Şavkı beni yaktı geçti.
    Ateşinden duramadım
    Ben bu sırra eremedim
    Seher vakti göremedim
    Yıldız gibi aktı geçti.
    Bilmem hangi burç yıldızı
    Bu dertler yareler bizi
    Gamzen oku bazı bazı
    Yar sineme çaktı geçti..
    İzzetî, bu ne hikmet iş
    Uyur iken gördüm bir düş
    Zülüflerin kement etmiş,
    Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir.

    Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.

    1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştır.

    21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

    Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “ Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer.”

    Aşık Veysel'in Eserleri


  • Anlatamam Derdimi (5:24)

  • Arasam Seni Gül İlen (4:18)

  • Atatürk'e Ağıt (5:21)

  • Beni Hor Görme (2:46)

  • Beş Günlük Dünya (3:58)

  • Bir Kökte Uzamış (4:55)

  • Birlik Destanı (1:42)

  • Çiçekler (3:05)

  • Cümle Alem Senindir (6:44)

  • Derdimi Dökersem Derin Dereye (4:51)

  • Dost Çevirmiş Yüzünü Benden (3:12)

  • Dost Yolunda (4:43)

  • Dostlar Beni Hatırlasın (6:02)

  • Dün Gece Yar Eşiğinde (4:28)

  • Dünyaya Gelmemde Maksat (2:43)

  • Esti Bahar Yeli (2:41)

  • Gel Ey Aşık (5:35)

  • Gonca Gülün Kokusuna (5:24)

  • Gönül Sana Nasihatım (6:40)

  • Gözyaşı Armağan (3:32)

  • Güzelliğin On Para Etmez (4:31)

  • Kahpe Felek (2:58)

  • Kara Toprak (9:25)

  • Kızılırmak Seni Seni (4:58)

  • Küçük Dünyam (5:17)

  • Murat (5:13)

  • Ne Ötersin Dertli Dertli (3:05)

  • Necip (3:16)

  • Sazım (6:02)

  • Seherin Vaktinde (5:01)

  • Sekizinci Ayın Yirmiikisi (4:43)

  • Sen Varsın (4:01)

  • Şu Geniş Dünyaya (7:27)

  • Uzun İnce Bir Yoldayım (2:23)

  • Yaz Gelsin (3:02)

  • Yıldız (Sivas ellerinde) (3:16)

    Şiirlerinden örnekler

    Topraktır (Kara Toprak)

    Dost dost diye nicesine sarıldım
    Benim sadık yarim kara topraktır
    Beyhude dolandım boşa yoruldum
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Nice güzellere bağlandım kaldım
    Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
    Her turlu isteğim topraktan aldım
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Koyun verdi kuzu verdi sut verdi
    Yemek verdi ekmek verdi et verdi
    Kazma ile dövmeyince kıt verdi
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Ademden bu deme neslim getirdi
    Bana turlu türlü meyve yetirdi
    Her gün beni tepesinde götürdü
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Karnın yardım kazma ile bel ile
    Yüzün yırttım tırnak ile el ile
    Yine beni karşıladı gül ile
    Benim sadık yarim kara topraktır

    İşkence yaptıkça bana gülerdi
    Bunda yalan yoktur herkesler gördü
    Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Havaya bakarsam hava alırım
    Toprağa bakarsam dua alırım
    Topraktan ayrılsam nerde kalırım
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Dileğin varsa iste Allahtan
    Almak için uzak gitme topraktan
    Cömertlik toprağa verilmiş haktan
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Hakikat ararsan açık bir nokta
    Allah kula yakın kul da Allaha
    Hakkin gizli hazinesi kara toprakta
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Bütün kusurlarımı toprak gizliyor
    Merhem calip yaralarımı tuzluyor
    Kolun açmış yollarımı gözlüyor
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Her kim ki olursa bu sırra mazhar
    Dünyaya bırakır ölmez bir eser
    Gün gelir Veysel'i bağrına basar
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Hacı Bektaş

    Medet mürvet deyip kapına geldim
    İsteğim dileğim ver Hacı Bektaş
    İndim eşiğine yüzümü sürdüm
    Kusurum günahım var Hacı Bektaş

    Kul olanın elbet olur kusuru
    Nesli Peygambersin cihanın nuru
    Alisin Velisin pirlerin piri
    Kalma kusurlara pir Hacı Bektaş

    Horasan’dan ayak bastın Urum’a
    Mucizeler şahit oldu pirime
    Bak şu vaziyete bak şu duruma
    Eşin yok cihanda bir Hacı Bektaş

    Geçmem dedin duvarımda sinekten
    Yalan sadır olmaz ervahı pekten
    Sana inanmışım ervahtan kökten
    Sana inanmayan kör Hacı Bektaş

    Sana yalvarıyor Veysel biçare
    Yine senden olur her derde çare
    Bir arzuhal sundum gani hünkare
    Keremin ihsanın pür Hacı Bektaş

    Gider (Derdimi Dökersem)

    Derdimi dökersem derin dereye
    Doldurur dereyi düz olur gider
    Irakipler geldi girdi araya
    Korkarım yar benden yoz olur gider

    Ilgıt ılgıt yeller eser seherde
    Yar beni düşürdü onulmaz derde
    Yar ile buluşsak bir tenha yerde
    Duyar düşmanlarım söz olur gider

    Pervane ateşten sakınmaz canı
    Uğruna koymuşum başı bedeni
    Doldur tüfengini hedef al beni
    Yaram doksan dokuz yüz olur gider

    Veysel der çıkayım bir yüce dağa
    Ağaçlar bezenmiş yeşil yaprağa
    Bir gün olur tenim düşer toprağa
    Karışır toprağa toz olur gider

    Bir Dert Ehli

    Bir dert ehli bulsam derdim söylesem
    İy’ olmaz dertlerim halim n'olacak
    Hekimler derdime derman bulamaz
    Bir değil beş değil dert kucak kucak

    El vurma yarama yaklaşma kardaş
    Derdimi söylesem tükenmez baş baş
    İçimde yanıyor tütünsüz ateş
    Ceset soba gibi kalbim bir ocak

    Aşıklar alemde gülmez dediler
    Akar gözyaşlarım silmez dediler
    El elin derdini bilmez dediler
    Kimler gelip hatırımı soracak

    Katlan bu cefaya sabreyle gönül
    Bu dünyanın isi hep böyle gönül
    Başından geçeni sen söyle gönül
    Neler geldi geçti oldu olacak

    Veysel'in derdine bulunmaz çare
    Etseler vücudun hem pare pare
    Bir arzuhal sundum hakiki yare
    O yar gelip yaralarım saracak

    Çamlıbel’e Yaslandım

    Bir yar için diyar diyar dolandım
    Yoruldum da Çamlıbel’e yaslandım
    Irmak oldum çalkalandım bulandım
    Duruldum da Çamlıbel’e yaslandım

    Gahi gönül oldum yüksekten uçtum
    Ferhat oldum aşk uğruna çalıştım
    İrenk irenk çiçeklere karıştım
    Derildim de Çamlıbel’e yaslandım

    Yıldızdağı Pir Sultan’ın yaylası
    Kılıç kalkan kırat beylerin süsü
    Kulağıma değdi Köroğlu sesi
    Dirildim de Çamlıbel’e yaslandım

    Feleğinen çok oynadım ütüldüm
    Bir zalimin tuzağına tutuldum
    Haraç mezat dost uğruna satıldım
    Verildim de Çamlıbel’e yaslandım

    Veysel der bir yarin derdine düştüm
    Aşkın dolusunu elinden içtim
    Kendi kaçtı hayaline ulaştım
    Sarıldım da Çamlıbel’e yaslandım

    Seni

    Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı
    Avlasam çöllerde saz ile seni
    Bulunmaz dermanı yoktur ilacı
    Vursam yaralasam söz ile seni

    Kurulma sevdiğim güzelim deyin
    Bağlama karayı alları geyin
    Ben bir çoban olsam sen de bir koyun
    Beslesem elimde tuz ile seni

    Koyun olsan otlatırdım yaylada
    Tellerini yoldurmazdım hoyrada
    Balık olsan takla dönsen deryada
    Düşürsem toruma hız ile seni

    Veysel der ismini koymam dilimden
    Ayrı düştüm vatanımdan ilimden
    Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
    Eğer görse idim göz ile seni

    Gelen Yok Giden Yok

    Gelen yok giden yok uzadı ara
    Ilgaz Dağı yol vermiyor geçilmez
    Havalansam yoldaş olsam kuşlara
    Kollarım yok kanadım yok uçulmaz

    Bahar gelsin turnalara eş olam
    Yağmur olam gözden akan yaş olam
    Ala gözlü bir sunaya eş olam
    O zamanlar bana kıymet biçilmez

    Bu sene de Gölköy bana yurt oldu
    Ilgaz Dağı aramızda perd’oldu
    Senden ayrıldığım bana dert oldu
    Derdim senden başkasına açılmaz

    Dert bir yana çeker sevda bir yana
    Yanmak için dolaşıyor pervana
    Her baktıkça seni gördüm her yana
    Veysel yardan yar Veysel’den seçilmez

    Olmasa

    Güzelliğin on par' etmez
    Şu bendeki aşk olmasa
    Eğlenecek yer bulaman
    Gönlümdeki köşk olmasa

    Tabirin sığmaz kaleme
    Derdin dermandır yareme
    İsmin yayılmaz âleme
    Aşıklarda meşk olmasa

    Kim okurdu kim yazardı
    Bu düğümü kim çözerdi
    Koyun kurt ile gezerdi
    Fikir başka başk' olmasa

    Güzel yüzün görülmezdi
    Bu şak bende dirilmezdi
    Güle kıymet verilmezdi
    Aşık ve maşuk olmasa

    Senden aldım bu feryadı
    Bu imiş dünyanın tadı
    Anılmazdı Veysel adı
    O sana aşık olmasa

    Beni Hor Görme

    Beni hor görme kardeşim
    Sen altınsın ben tunç muyum
    Aynı vardan var olmuşuz
    Sen gümüşsün ben saç mıyım

    Ne var ise sende bende
    Aynı varlık her bedende
    Yarin mezara gidende
    Sen toksun da be aç miyim

    Kimi molla kimi derviş
    Allah bize neler vermiş
    Kimi arı çiçek dermiş
    Sen balsın da ben çeç miyim

    Topraktandır cümle beden
    Nefsini öldür ölmeden
    Böyle emretmiş yaradan
    Sen kalemsin ben uç muyum

    Tabiata Veysel aşık
    Topraktan olduk kardaşık
    Aynı yolcuyuz yoldaşık
    Sen yolcusun ben baç mıyım

    Doğru (Ala Gözlü)

    Ala gözlü benli dilber
    Bir gün gelsen bize doğru
    Seni sevdim can u dilden
    Çekme kendini naza doğru

    Ne pervam var ne de perdem
    Sanma beni hali bir dem
    Söyler seni teller her dem
    Kulak versen saza doğru

    Aşıka Zülfikar isen
    Gülşende güle zar isen
    Hakikatli bir yar isen
    Ben geleyim size doğru

    Gönülleri bir edelim
    Gayrileri biz nidelim
    İkimiz de bir gidelim
    Yürüyelim ize doğru

    Birgün için feryadı zar
    Bülbül eder her dem seher
    Aç sinemi gel gör ne var
    Arttı derdim yüze doğru

    Kafi derdim bir dert katma
    Veysel'i yabana atma
    Kerem eyle çok uzatma
    Kavuşalım yaza doğru

    Dostlar Beni Hatırlasın

    Ben giderim adım kalır
    Dostlar beni hatırlasın
    Düğün olur bayram gelir
    Dostlar beni hatırlasın

    Can kafeste durmaz uçar
    Dünya bir han konan göçer
    Ay dolanır yıllar geçer
    Dostlar beni hatırlasın

    Can bedenden ayrılacak
    Tütmez baca yanmaz ocak
    Selam olsun kucak kucak
    Dostlar beni hatırlasın

    Ne gelsemdi ne giderdim
    Günden güne arttı derdim
    Garip kalır yerim yurdum
    Dostlar beni hatırlasın

    Açar solar türlü çiçek
    Kimler gülmüş kim gülecek
    Murat yalan ölüm gerçek
    Dostlar beni hatırlasın

    Gün ikindi akşam olur
    Gör i başa neler gelir
    Veysel gider adı kalır
    Dostlar beni hatırlasın

    Beğenmedi

    Memlekete destan oldum
    Karım beni beğenmedi
    Esten oldum dosttan oldum
    Yarim beni beğenmedi

    Ne söylesem deli dedi
    Meyve vermez çalı dedi
    Açma bana kolu dedi
    Sarım beni beğenmedi

    Ben gönlümün valisiyim
    Altı çocuk velisiyim
    Bir güzelin delisiyim
    Durum beni beğenmedi

    Yine düştüm dilden dile
    Gözyaşlarım sile sile
    Attı beni gurbet ele
    Yerim beni beğenmedi

    Geçti güzelliğin çağı
    Gölköy'e kurdum otağı
    Güz geldi doktu yaprağı
    Dalım beni beğenmedi

    Veysel yönüm yare dondum
    Lodos değmis kara dondum
    Yeşillenmiş yare dondum
    Pirim beni beğenmedi

    Ben Olmazdım

    Sen bir aşksın ben bir Mecnun
    Sen olmasan ben olmazdım
    Sen bir gülsün ben bir bülbül
    Sen olmasan ben olmazdım

    Kalbimde yaşarsın her an
    Varım yoğum sensin inan
    Kalbimdeki aziz mihman
    Sen olmasan ben olmazdım

    Ansızın kalbime girdin
    Türlü türlü dertler verdin
    Beraberce çeker derdin
    Sen olmasan ben olmazdım

    Sensin benim cümle varım
    Yoktur başka kisb ü karım
    Hem yazımsın hem baharım
    Sen olmasan ben olmazdım

    Bağrımdaki açan çiçek
    Türlü koku türlü irenk
    Bu bendeki olan gerçek
    Sen olmasan ben olmazdım

    Dokun Veysel tele dokun
    Coştu gönül etti akın
    Sensin bana benden yakın
    Sen olmasan ben olmazdım

    Gibi

    Mecnun gibi dolaşırım çöllerde
    Hayal beni savuruyor yel gibi
    Ah çeker ağlarım gurbet ellerde
    Durmaz akar gözüm yaşı sel gibi

    Hesapsız günlerim gelip geçiyor
    Varıp sırrın yad ellere açıyor
    Evvel benim idi şimdi kaçıyor
    Beni görüp saklanıyor el gibi

    Aşkın beni deryalara daldırır
    Bir dem ağlatır da bir dem güldürür
    İster azat eder ister güldürür
    Aşık Veysel kapısında kul gibi